2 Eylül 2012 Pazar

Whole New You (Shawn Colvin)

Şu zamanlarda burada ve burada ufak tefek değişiklikler var.

Blogu Tumblr'a taşıma kararım temelde pratik nedenlere dayanıyor aslında. Bir de değişiklik ihtiyacım var sanırım. Yeni okul, yeni blog. Eski şeyler de arşivde durmalı elbet, onları unutamam. O yüzden burada ne varsa, artık orada da var. Sadece yeni yazacağım şeylere Tumblr'dan devam edeceğim.

Bu bulutlu blogu kenara atmış da değilim. Arada dönüp bakmak için kalacak.

Şimdilik karton kolilere yerleştiriyorum her şeyimi özenle, yeni evde paketler açılınca burası yine eskisi gibi olacak.

Yakın bir zamanda tatil dönüşü yazı ve fotoğraf çılgınlığı başlayacak, hazır olmak lazım.

1 Eylül 2012 Cumartesi

All Of Me (Angus & Julia Stone)

"He bent to kiss her. She swerved, rested her head against his winter-coated shoulder, and closed her eyes. He felt more fragile than usual against her: she was afraid of holding him too tightly. 

She heard a creaking of the parquet floor, opened her eyes and found herself confronted by a pair of austere grey scrutinizing eyes. They belonged to a blue-uniformed guard, who had come up behind them. He tapped Duncan on the shoulder.


'Pardon me, sir,' he said, politely though firmly, 'but -ah- kissing in the Mummy Room is not permitted.'


'Oh,' said Duncan. 'Sorry.' "


The Edible Woman, Margaret Atwood


"Yataklar var konuşmak için, öpüşmek için telefon kulübeleri
... ve müzeler" 

demiş Cemal.

24 Ağustos 2012 Cuma

Dreams (Goran Bregovic)


A Dream Deferred

What happens to a dream deferred?

Does it dry up
like a raisin in the sun?
Or fester like a sore--
And then run?
Does it stink like rotten meat?
Or crust and sugar over--
like a syrupy sweet?


Maybe it just sags
like a heavy load.


Or does it explode?


Langston Hughes

Özetler (Büyük Ev Ablukada)

Gece herkes yattıktan sonra ders çalışmak çok keyifli çok. Çok.

Çay olmadan asla.

Her genç kızın yakın dostu post-it?

Kedi de bu süreçte çok yardımcı oldu tabii.

Edebiyat kartları ezberlemek ne kadar zamanımı aldı bilmiyorum ama hiç az değil.

Doorstep (Tuneyards)

Aslında bütün bu hikaye ben fotoğraf çekmek için evden çıkamayınca başladı. Balkon sefası yaparken bir anda başkalarının çatılarını, antenlerini dikizler oldum. Bütün bu fotoğraflar ya odamın camından ya da balkondan çekildi yani.







şu yukarıdaki kuşu çok seviyorum.

kar yağarken pencerenin arkasından güneş böyle gözüküyor.

Tin Roof Blues (Sidney Bechet)

Bugün bilgisayarı karıştırıp geçen yazdan beri ortalıkta dolanan fotoğrafları toparladım. Uzun süredir balkondan çektiğim apartman çatıları fotoğrafları birikiyor mesela. Yaz güneşinde, akşam saatinde, kar yağdığında çekiyorum fotoğraflarını. Hepsi farklı zamanlara hitap ediyor, aynı ev gibi gözüken yerler bir anda değişiyor. Eskiyormuş gibi değil ama başka bir türlü.




23 Ağustos 2012 Perşembe

How My Heart Behaves (Feist)

Her şeyin içinde bir iyilik bulmak lazım muhakkak, yoksa hayat dediğin şey zor, çok çetrefilli, çok karmaşık. O yüzden iyi tarafından bakıyorum.

Ben daha ilk zamanlardan 2 saat 45 dakikalık zaman farkları hesaplamaya alışmıştım.
10 saat ise hesaplaması kolay.

Ama ne yaparsan yap, özlemek kısmına pek faydası dokunmuyor.

9 Ağustos 2012 Perşembe

Bird On A Wire (Leonard Cohen)


"I will whisper it all to your ears
with my mouth, and to the curves of your breasts and thighs
with my hands, or with my mouth if you like
all the secrets, all the words of the spell
all the words of the Lord, all the words
you’ll ever need, all the words
that matter, all the words
in the entire universe:
Your name
and mine—
you just have to remain under my hands
you just have to remain under my mouth
you just have to be listening
you just have to keep your shirt unbuttoned."


Bu kadar zamandır bu kadar güzel şiirleri, bu kadar yakınımdaki birinin yazmasına mı şaşırmalıyım, yoksa ona her yazdığı güzel dize için sarılmadığıma mı üzülmeliyim bilemedim.



8 Ağustos 2012 Çarşamba

Okyanus Düğünü (Gevende)

O zaman geldiğinde nerede, kimle, nasıl olacağım bilmiyorum ama yanımda küçük çocuğumla hareket eden vapurun arkasından bakarken "Balıklar çamaşır yıkıyorlar" diyebilmeyi çok istiyorum.

Us (Regina Spektor)

Bazen en çok korktuğunuz bazı şeyleri eksik bırakmaktır.
Bazen, bazı şeyler ise eksik kalmaya mahkumdur.

Siz hayatı neresinden tutup çekerseniz çekin, bazen tarihler uyuşmaz, planlar çakışır ve siz kurguladığınız olasılıklarla baş başa kalırsınız. Olmayan şeyleri olur kıldığınız hayalleriniz vardır sadece ve cevabını bilmediğiniz sorular hakkında çok büyük endişeleriniz.

Oysa hayatta taş sektirmeye, oyun izlemeye, dondurma yiyip aynı zamanda vapura yetişmeye hep vakit yaratılır.

dinle.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Summer Rain (U2)

"Böyle sarılsak yazı durdurur muyuz?"


Sıcaklara, neme, trafik çilesine, oruç tutan sinirli insanlara, bağıran minibüs şoförlerine ve boynumu ağrıtan klimalara rağmen, yazı sevmek için yeterli sebebim var. Yazı bitirmemek için de öyle. 


dinle.

30 Eylül 2011 Cuma

Famous Blue Raincoat (Joan Baez)

Tarif etmek zordur, sadece şimdi için değil üstelik, tarif etmek benim için hep zordur. Bu yüzden en çok sevdiklerim, beni en az söz ile anlayanlardır. Çok konuşmuyorum bu sıralar, kafamda hep başka şeyler var. Herkes gibi telaşlıyım, duraksamaya karar verirsem her şey çok hızlı ilerliyor. Ama en azından şimdilik, birkaç dakika için duruyorum. Odamın açık pencereleri karşısında oturmuş sonbaharın resmi gelişini kutluyorum içten içe. Hava soğudu, yağmur başladı. Ellerim üşüyor biraz, önemi yok.

Oysa bu havada, biz sonbaharı melankolik olmaya mecbur ederken,
"biri gelse " diye yazdığım her şeyden sonra,
o biri'nin yıllar boyunca alt katta, yan sınıfta ya da  karşı masada olduğunu bilmenin garip bir huzuru var.


13 Ağustos 2011 Cumartesi

Ben Gidersem (Fikret Kızılok)

Aylak Adam neden mi güzel?
Çünkü "karıncalar bilmeden severler".

Fazla Fikret Kızılok şarkısı bilmezdim ben, çok şey kaçırmışım.
dinle.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

My Maudlin Career (Camera Obscura)

duvara yansıyan ters dönmüş sokakların da kendince bir büyüsü var.

9 Ağustos 2011 Salı

Summer in the City (Regina Spektor)

İstanbul'un bile sıcaktan bunaltmadığı havalar geldi ya, artık şehrin her köşesi güzel. Limonata içmek için küçük yerler, güneşi batırmak için merdivenler var. Her şey ayaklarınıza deniz sıçratan bir motor yolculuğu gibi basit ve güzel olabilir aslında. Üç akorluk şarkılarda yakaladığınız mutluluk başkadır hani bazen, onun gibi biraz.

Bu aralar olur da İstanbul'un bir Arcadian'ı var mı diye merak ederseniz, Galata'da Tımarcı Sokak'ı ziyaret edin mutlaka. Sol tarafınızdaki binayı daha iyi görmek için kafanızı kaldırın ve 1892 yapımı eski yapıyı gözlerinizle süzün sadece. Tepesinde bulunması gereken aslanbaşı figürünün çalınmış olduğunu görmeniz çok sürmeyecektir.

İşte böyle zamanlarda pencerelerden içeri bakmak, bir kedinin arpacık soğanıyla oynamasını izlemek, hafif rüzgarlı bir yaz günü tavla öğrenmek var. Sokakta sizi fark etmeyen insanlara onların bile bilmediği hikayeler yazmak ise hep güzel zaten. 

5 Ağustos 2011 Cuma

Thinking Out Loud (Emiliana Torrini)

"O halde gizemli kesişmelerin büyüsüne kapıldığı için romanı kınamamalı; asıl, gündelik yaşamındaki bu tür kesişmeleri göremediği için insanoğlunu kınamalı. 
Çünkü böylelikle yaşamını güzelliğin bir boyutundan yoksun bırakmaktadır insanoğlu."
Milan Kundera


dinle.

Somebody That I Used To Know (Elliot Smith)

Deftere yazdıkça yazıyorum, öyle olunca buraya yazacak çok fazla şeyim olduğunu hatırlıyorum aynı zamanda. İnsanların burayı gerçekten okuduğunu unutmuşum aslında.

Kaderciyim bu sıralar, evren karşıma ne çıkarırsa kabul ediyorum, ilerisi için plan yapmayı bıraktım artık. Bir hafta sonra neler olacağını bilmiyorum. Gece telefonda konuşurken ansızın ada'ya gitmeye karar verebiliyorum mesela. Bu özgürlüğüm daha çok sürmeyecek zaten, dershaneyle birlikte zor bir sene var önümde. O yüzden diyorum ki, neden tadına çıkarmayayım ki fırsatım varken? Hayatı basit yaşaması her zaman daha cezbedici gelmiştir zaten bana. Çantama atacağım bir kitap, bir müzikçalar ve rahat ayakkabılarla şehirler dolaşabilirim mesela. Ani kararlarla trenlerden inebilir, vapurlara yetişmekten vazgeçebilir, telefona cevap vermeyebilirim. Ama o zaman bir şeyler eksik kalır işte. En güzel yol hikayelerimi paylaşamam kimseyle. Altını çizdiğim güzel cümleleri başkasının da kenara not ettiğini asla öğrenemem. İrmik helvası, fıkra, ayran, şiir paylaşacak kimse olmaz. Kimseye sıkı sıkı sarılamam, saçlarının güzel koktuğunu bilemem; kahkaha atsam kimseye duyuramam kendimi.

Sahi, öyle olsa kahkaha atmış sayılır mıyım ki?

dinle.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Flume (Bon Iver)

Hayatı mutlu polaroid fotoğraflar gibi yaşıyoruz şimdilerde. Kime baksam gülümsüyor, dertlerini kenara bırakmış herkes. Defterler dolduruyoruz, şarkılar mırıldanıyoruz kendi kendimize, kitapları altı çizerek okuyoruz. Ben Tenten okuyarak uyuyakalıyorum geceleri, sevdiğim insanlardan gelen mesajlarla uyanıyorum. Sabahın köründe telefon titriyor mesela, ben gözümü bile açmadan durmasını bekliyorum. Oysa ki açsam fena olmazmış aslında. İnsan her zaman her şeyi akıl edemiyor işte.

Korktuğum şey şu, birkaç ay sonra kış geldiğinde ne şekilli beyaz bulutlar olacak, ne de aralarından sızan güneş. Issız koylar olmayacak keşfetmek için, kedi balkonda yanınıza kıvrılmayacak. Acıtmasına rağmen içten içe hoşunuza giden güneş yanıkları, yerine soğuktan kızarmış yanaklara bırakacak. Hepsinin tadı başka ben de biliyorum. Bundan birkaç ay sonra, gayet tutarsız bir biçimde, kırmızı atkımdan bahsedeceğim çünkü bu sefer onunla mutlu olacağım. Kar yağarsa hele, yukarıda söylediklerim hep yalan çıkacak ve ben yaz'ı bırakıp kış'a sarılacağım var gücümle.

Ama hiçbir şeye kafa yormuyorum ben şimdi, çünkü her şeyin vakti var. Şeftalili dondurmanın, kahverengi sandaletlerin, poyrazın, lodosun, çiçekli elbiselerin ve limonataların; kırmızı atkıların, çizgili eldivenlerin, sıcak çikolataların, renkli kupaların ve kestane kokusunun vakti var.

Siz olur da her daim vakti olan bir şey isterseniz eğer, gelin bize çay içelim.

dinle.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Stay (The Do)

"Stay just a little bit more"
Buyrun, balkon keyfime ortak olun.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

She's Leaving Home (Brad Mehldau)

"Gerçekten de, gündüz okunsun diye yazılmış kitaplar vardır, 
bir de sadece geceleri okunabilecek olanlar."
Milan Kundera

Murakami'yi hangi kategoriye sokarsın?

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Summersong (The Decemberists)

Yazmadığıma dair şikayetler almaya başladım. Aslında yazacak çok şeyim var, ama paylaşmayı istemediklerim var arasında. Hayatımda ilk defa 'bunlar da bana kalsın' diyorum sanırım. Musmutluyum ben de, başkalarının tabir ettiği şekliyle. Dertlerim azaldı yada değişti en azından ve ben uzun zamandan sonra yalnız olmadığım, alışkanlıklarımı geride bıraktığım, reçel yaptığım ve balkonda uyuyakaldığım bir yaz geçiriyorum. Mesela Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği balkonda elimden düşüyor, babam gelip uyandırıyor beni. Yatağa dönüp yastığıma sarıldığımda, umutsuz değilim. En fazla bir hafta ilerisini düşünerek yapıyorum planlarımı, evren önüme engel çıkaracak olursa, bu sefer hayalkırıklığı olmayacak elimde.

Zor olan geçmişte yaşamak değil çünkü, şimdiye kendini vermek.

dinle.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

For You (Angus and Julia Stone)

Mia: Don't you hate that? 
Vincent: What? 
Mia: Uncomfortable silences. Why do we feel it's necessary to yak about bullshit in order to be comfortable? 
Vincent: I don't know. That's a good question. 
Mia: That's when you know you've found somebody special. When you can just shut the fuck up for a minute and comfortably enjoy the silence. 



dinle.

22 Haziran 2011 Çarşamba

Yollar (Teoman)

Saat 12'yi geçer geçmez telefonuma mesajlar gelmeye başladı. Bunların kuru şeyler olduğunu da düşünmeyin sakın, en sevdiklerimden, en değer verdiklerimden gelen mesajlardı bunlar. 18 oldum herkes onun derdinde.

Düşündüm dün akşam uzun uzun, şu 18 seneye ne sığdırdım diye. O kadar çok arkadaş, o kadar çok tanıdık geçti ki hayatımdan. Hepsinin izi var benim üstümde. Bir daha hiç konuşmamış olsak da biliyorum onlar beni ben yapanlar oldu. Ben kim isem, herkesin bir parçası var bende. Ve bu beni inanılmaz mutlu ediyor. Biliyorum ki tek başıma ayakta durmuyorum, duramam, herkes bana gelip bir şeyler koyuyor, bir şeyler götürüyor benden ve ben kendi kendimi şekillendiriyorum tüm bunlarla.

İşte o yüzden kanun önünde birey olduğum, muvafakatnamesiz seyahate çıkabileceğim, sonraki seçimde oy kullanabileceğim bu resmi günde, insanları anımsıyorum ben. Ve teşekkür ediyorum hepinize, beni ben yaptığınız için. Bana okumayı, düşünmeyi, sevmeyi öğrettiğiniz için; Bülent Ortaçgil'i, Özdemir Asaf'ı, Murakami'yi benimle paylaştığınız için; en kötü halimde bile yanımda durduğunuz için; en uzun günün kıymetini bilecek, bana mektup yazacak, şarkı yollayacak, şiir okuyacak kadar harika olduğunuz için, iyi ki varsınız.

19 Haziran 2011 Pazar

Dory Previn (Camera Obscura)

Hiçbir şey bilmediğimi biliyorum zaten ama bu aralar bildiğim başka bir şey daha var: içinde 'mutlu' geçen hiçbir şey kötü olamaz. O yüzden vapurlarda kenara oturmak güzel, geniş boş sergi salonları da öyle, yaz sıcağında Nazım Hikmet'in bahçesi güzel, küçük tesadüfler ve yavru kediler, yaklaşan doğumgünleri, Beyoğlu'nda arkadaşlarla içilen Haziran akşamı şarapları ve huzurlu uyuyakalmak güzel.

dinle.

7 Haziran 2011 Salı

Ma Fleur (The Cinematic Orchestra)

Kitaplarda karakterlere ve düşündüklerine dair her şey ortaya konmazsa rahatsız olur musunuz? Beklentiniz her şeyi bilmek üzerine midir? Biri dedi ki, verdikleri tepkileri neden verdiklerini her zaman bilmemek hoşuma gidiyor çünkü gerçek hayat gibi; insanların neden böyle davrandıklarını her zaman anlayamazsınız.

31 Mayıs 2011 Salı

Hold Heart (Emiliana Torrini)

Bu sabah
"Daha kalkıp tabak sayıcaz" diye uyandığım için
hala kafam karışık.

dinle.

22 Mayıs 2011 Pazar

Elenore (The Turtles)

Elenore, gee I think you're swell
And you really do me well
You're my pride and joy, et cetera

Şu son dizede et cetera derken öyle vurdumduymaz, öyle kalıpdışı, öyle aşık ki.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

From Me To You (The Beatles)

Halden anlayan arkadaş gibisi yok.

20 Mayıs 2011 Cuma

Be All That You Can Be (The Bedroom Orchestra)

Oturaklı hayatımı terk ettikçe,
mitinglere gittikçe,
güzel müzikler keşfettikçe,
sorumsuz davrandıkça,
çimlerde çılgınlar gibi koşturdukça,
mayısın şu çirkin havası geçsin diye çok uyudukça,

mutlu oluyorum.

17 Mayıs 2011 Salı

Billy the Kid (Tom Petty and The Heartbreakers)

Strange that how I feel people
not close to me
as if their dress were against my shoulder 
and as they bend down
the strange smell of their breath
moving across my face
or my eyes
magnifying the bones across a room
shifting in a wrist


dinle.

8 Mayıs 2011 Pazar

In The Still Of The Night (Oscar Peterson)



"I could be bounded in a nutshell, and count myself a king of infinite space, were it not that I have bad dreams."
-Hamlet

dinle.

6 Mayıs 2011 Cuma

Friends Will Be Friends (Queen)

İnsanların kıymetini en çok ufak şeylerde anlıyorsun.

Her sabah kalorifer başında ayaküstü sohbet edip uykuna açtığında.
Koridorda 'küçük kız' diye karşılandığında.
Yemekte çok üşenip almadığın su bardağını başkasıyla paylaştığında.
Kalabalık koridorlarda Sound of Silence'ı söyledikten sonra biri sanki hissetmiş gibi bunu sana mesaj attığında.
Festivalde güzel film, konser varsa 'Tamam gidelim' diyen biri olduğundan emin olduğunda.
Tiyatronun ortasında, aynı espride aynı serbest çağrışımda bulunduğunu anladığında.
Anlamakla yetinmeyip birbirine bakıp gülümsediğinde.
Arka koltukta dört kişi oturduğun arabalarda, telefonunu zor bela açtıktan sonra duyduğun ses seni mutlu ettiğinde.
Her şeyden öte, gelen kutunu her açtığın zaman yeni bir şey göreceğini bildiğinde.
Masanın üstüne kafanı koyup uyuklayarak skype'ta konuşurken uykuya dalmadan önce yaptığın sohbetleri hatırladığında.
Dizine yatan insanlar saçlarıyla oynamana izin verdiklerinde.
Başkalarının heyecanına ortak olduğunda.
Yada birileri sana sıkı sıkı sarıldığında.



İyi ki varsın diyebileceğin insanların sayısı çoğaldığında, hepsine birden yetişmek zor oluyor bazen.
O yüzden iyi ki varsınız.
Hepiniz.


dinle.

3 Mayıs 2011 Salı

Sweet Child O' Mine (Guns N' Roses)

Kadın, mutsuz çocuk ve ben. Onları çok uzun süre izledim sanırım, bunun üzerine kadın kıza döndü.

kadın: Bak abla da bizi izliyor.
ben: (kıza bakarak) Çok tatlı ama hehe..
kadın: Benim değil arkadaşımın. Benim köpeklerim var.

yok. daha. neler.

24 Nisan 2011 Pazar

Guyamas Sonora (Beirut)

Babamla birkaç pazar önce Dolapdere'deki bit pazarına gittiğimizde "çöp"
 diyip kenara atılan yüzlerce şeyin nereye gittiğini de öğrenmiş oldum. 
İstanbul'un ne kadar acayip bir şehir olduğunu anlatsa kimse bitiremez. 



It Had To Be You (Frank Sinatra)

Annie Hall: Sometimes I ask myself how I'd stand up under torture. 
Alvy Singer: You? You kiddin'? If the Gestapo would take away your Bloomingdale's charge card, you'd tell 'em everything. 



dinle.

20 Nisan 2011 Çarşamba

Lilac Wine (Nina Simone)

Buruşturulmuş bir kağıt buldum çantamın içinde. Zamanında bir sergiye gitmiştim de orada beğenip kenara yazmıştım. Şimdi nereye ait olduğunu pek bilmiyorum bu ufak şiirin ama el yazım hoşuma gidiyor kağıdın üstünde.

Ağırlıktan yoksun yaşamaya devam ediyor gövdem,
İçimdeki hayaller bir duman gibi dalıp çıkıyor,
Bir o zamana bir şimdiye.


dinle.

19 Nisan 2011 Salı

Nayu (Gevende)

Selam, ben Şubat ayından beri hiçbir şey yazmamış olan kız.
Bilmiyorum niye böyle oldu, zaten bir sürü şeyin niye öyle olduğunu bilmiyorum, oldu işte. Ben meşguliyetimden ve inanılmaz acil işlerimden kopamadım. Ben uyumadım. Ben nefes almayı da bırakacaktım, nasıl oldu unutmadım bilmiyorum.

Bana arada çok haller oldu. Her seferinde değiştiğimden şikayet ettiğim, sonunda yine buraları terk edip gittiğim ve başım sıkıştığında geri geldiğim için biraz suçlu hissediyorum aslında. Ama bir yandan da suçlu hissetmek için fazla yorgunum. Her şeyin bir zamanı var, suçluluğun sırası değil.

Geçen sene bu zamanlar tek başıma geziyormuşum Kadıköy'de, kimselerle paylaşmadığım kurabiyelere sevinip sahafları dolaşıyormuşum. Sabahları balkonda kedimle kahvaltı edip günümü güzelleştiriyormuşum. Geçen sene bu zamanlar öyleymiş. Havalar daha güzel, ben daha mutlu.


Geçen sene bu zamanlar ben kendimi ufak ufak yalnızlığa alıştırıyormuşum. Birileri gelip dünyamı yıkmasın diye. Yavaş yavaş, kendinden emin adımlarla, kendine yetebilen biri olmuşum ben. Konuşmayı zor bulan, konuşunca sadece karamsar ve şüpheci konuşan, sürekli birilerini özleyen ve her şeyi özlemekte bırakan.

Böyle söyleyince her şeyi çok sorunlu bir hayatım varmış gibi duyuluyor, halbuki her şey yolunda. Her şey o kadar yolunda ki ben hissizleştim. Ben artık heyecanlanmayan ya da kahkaha atamayan öylesine biri oluverdim. Her şey sadece.. normal.

Dramatik olmaya çalışmıyorum, herhalde şu an yapmak istediğim en son şey bu. Ama anlatmam lazım bunları, tekrar kendimi bulmam lazım. Önemsiz şeyleri kenara bırakıp hayatıma dönmem lazım. Daha çok fotoğraf çekmem, daha çok mektup yazmam, daha çok gülmem, daha çok sarılmam, daha çok dans etmem, daha çok okumam, daha çok gezmem, daha çok konuşmam lazım.

Ama her şeyden önce kendime gelmem lazım.

dinle.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Gauguin (Colorfactory)

Kendimi bundan 20 sene sonra müzede dilediği kadar resmin karşısında oturup sohbet eden kadın olarak hayal etmek istiyorum.

15 Şubat 2011 Salı

So Long, Marianne (Leonard Cohen)

come over to the window, my little darling

7 Şubat 2011 Pazartesi

Sensiz Olmaz (Bülent Ortaçgil)

Bilmiyorsanız söylemiş olayım,
Bülent Ortaçgil her derde deva.

2 Şubat 2011 Çarşamba

For No One (The Beatles)

Dünyanın bir yerlerinde insanların Berklee'de müzik okuyup akşamları plak dükkanlarında vakit geçirdiğini, caz plaklarıyla dolu kutuları karıştırırken (ve arkada Revolver çalarken) Beatles'ın mono albümleri mi yoksa stereo albümleri mi daha iyi diye tartıştıklarını görmek içimi rahatlatıyor.

Üstelik hava karanlık olsa dahi, dükkandan sokağa yayılan şu şarkı sayesinde hiç bilmediğim bir şehirde güvende hissediyorum ve gidip en sevdiğim insanları biraz daha özlüyorum.

Green Gloves (The National)

Kalabalık Boston metrosunda birkaç durak yan yana gittikten sonra elime bakıp çizgili eldivenlerimi çok beğendiğini söyleyeyen genç adam, 
ne olur tekrar karşıma çık bir yerlerde.

Boston and St. John's (Great Big Sea)

Boston maceramız Ocak ayının son gününde bindiğimiz uçakta son buldu. Geride her zamanki gibi güzel anılar, komik diyaloglar, sosyolojik tespitler kaldı. Amerika'ya ilk yolculuğum oldu ama son olmasını pek istemiyorum galiba.

Sevgili oda arkadaşım Boston gezisi hakkında neler yazacak çok merak ediyorum doğrusu, ama ondan önce benim söyleyebileceğim tek şey Amerika'nın bir klişeler ülkesi olduğu. İnsanlara baktığınızda onları hiç zorlanmadan "ponpon kız" "sportif erkek" "hiç arkadaşı olmayan yalnız çocuk" başlıklı kategorilere ayırabiliyorsunuz. Metroda arkadaşlarına 'retard' diye hitap eden ortaokul çocukları, pizzacılarda değişik bir aksanla sizden sipariş alan zenci yada Meksikalı garsonlar ve boş vakitlerinde donut yemekten çok hoşlandığı her halinden belli polisler var.

Amerika'nın tamamını Boston'da gördüklerimle değerlendirmem çok yanlış olur çünkü orası bir öğrenci şehri ve belki de Boston'ı bu kadar güzel yapan şey bu. Sokakta rastladığınız herkes genç. Her tarafta muhteşem kitapçılar ve bizimkilere hiç benzemeyen sahaflar var. İnsanlar kibar, düşünceli, güler yüzlü ve muhabbet edilesi. Hem de tamamıyla yabancı olmalarına rağmen.

12 Ocak 2011 Çarşamba

I Must Belong Somewhere (Bright Eyes)

Biraz uyku, bir ukulele, bir fisheye kamera, Beatles plakları, insanlarla konuşmak için daha çok zaman, biraz daha güneş, biraz daha yağmur, azıcık da olsa kar istiyorum. Haydarpaşa'dan trene bineyim, biri Ethan Hawke-vari yanıma gelsin ve biz Eskişehir'de inip şehri gezelim istiyorum. Eskişehir'in soğuk karlı sokaklarından birinde oturup ukulele çalalım, Beatles şarkıları söyleyelim, güzel fisheye fotoğraflar çekelim.

Biri gelsin ve beni bu Before Sunrise çılgınlığından kurtarsın istiyorum.
Şimdi, ya da en kısa zamanda yani.

1 Ocak 2011 Cumartesi

22 Aralık 2010 Çarşamba

Please Mr Postman (The Marvelettes)

Postacı apartmana gelen zarfları genelde dış kapının ferfoje demirleri arasına sıkıştırır.
Bu akşam eve döndüğümde bankalardan ve türk telekomdan gelen onlarca postanın arasında üç tane mektup vardı bana.
Bir tanesi Fermi'den gelmişti. Diğerleri de Urfa'dan.

Söylemedi demeyin, hayatında hiç mektup almamış olan varsa hayatını şu an eksik yaşıyor.

21 Aralık 2010 Salı

Mavi Kuş ile Küçük Kız (Teoman)

çünkü karanlık oda çok huzurlu, biraz da çocuksu belki.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Once Upon a Time There Was an Ocean (Paul Simon)

Fotoğrafçının biyometrik fotoğrafımdan 10x15 boyutunda magnet yapıp bana hediye etmesi beni çok düşündürdü. Kaçak göçmen gibi çıktığım bir vesikalığı buzdolabında herkese sergileyeceğime mi inandı bilmiyorum. Üstelik biyometriklerde normalde silinmeyen sivilcelerimi yok etmek için uğraşmış adamcağız. Sırf magnet olucak, biz de buzdolabına asıcaz diye.

Gerçi asmadık mı? Astık. Çünkü bizim aile pek munzur. Umut Sarıkaya karikatürleri ve çıplak kadınları aynı karede buluşturmamızdan sonra yine eğlenmelik bişeyler düşünüyoruz. Ben bir süre Dali bıyığı istedim, en azından daha iyisini düşünene kadar o bize yeter gibi geldi.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Cat's In The Cradle (Johnny Cash)

Kedi bana yanaşıp kendini sevdirmek mi istiyor, yoksa laptop'un sıcağına mı geliyor, bazen emin olamıyorum.

Winter Lady (Leonard Cohen)

Şuraya yazılanların hepsini melankoliye vurmayın rica ediyorum. Bir nevi "bilinç akışı" bunlar. Bilinç akışı yazarken de ilk önce a'ya basamadım 'bilinç kışı' yazdı. Ne acayip söz oyunları var.
Hava da baya soğuk.
Ne diyordum?
Hava soğuk dedim de ben mutsuz değilim. Olmuyor öyle metaforları birleştirip dostça çıkarımlar yapmak. Kırmızı atkım var benim, henüz kaybolmadı, kışı mutlu geçiriyoruz biz kendisiyle.

Sensiz Olmaz (Bülent Ortaçgil)

Kimsin bilmiyorum ama,
Sen istediğin havada gel,
Vazgeçmek nasılsa mümkün olmaz.

12 Aralık 2010 Pazar

Keep Breathing (Ingrid Michaelson)

Mavi yatak örtümle bir bütünüz artık. Kedimle aramı düzeltip annemle bozmayı başardım bir anda. Evde karnabahar olması beni mutsuz ederken, akşam turuncusu saat 5te mor olmaya başlıyor. En uzun gece dediğine az kaldı, tesellim o da benim. Aynı anda beş kitap okuyup hepsinden maksimum verim alma çabalarım son hızla devam ediyor tabii. Kedi olmak vardı söyleminin de sonuna dek arkasındayım. Ayrıca pikabımız bozuldu, plakların son şarkılarında hep takılıyor. Hayatımdaki her şeyi sembollere ve metaforlara vurursam bu da benim psikolojik halimin bir yansıması olabilir çünkü bende tekrar hastalığı var. An geliyor evren bana şaka yapıyormuş gibi hissediyorum, her şey mi üst üste gelir diyorum, bütün detaylar var ortada, dejavular çağrışımlar havada uçuyor.


"Existence is a state of interdependence: everything depends on everything else. There is no hierarchy, nobody is lower and nobody is higher. Existence is a communion, an eternal love affair." yazıyor dersane sokağında bir yerin camında.


Gel de inançlı olma şimdi.
Tanrı'ya inanmıyorum ama bir güç var.

Clocks (Coldplay)

Herkesle birlikte beni de yılbaşı telaşı sardı da şunu fark ettim,
termosta sıcak birşeylerim olsa, battaniyem olsa, etraf karanlık şehir ışıl ışıl olsa, bir de arkadaşlarım olsa etrafta, ben çimenlere uzanıp 10dan geriye sayabilirim.

2 Aralık 2010 Perşembe

Nothing Brings Me Down (Emiliana Torrini)

"I'm not sure that I have a soul. I wouldn't know a soul if I saw one."
Disgrace-J.M. Coetzee

December (Regina Spektor)

"Bugün 1 Aralık!" dedim, garipsediler.
1 Aralık neydi ki, ne önemi vardı, ha dündü ha bugündü. Yılbaşına 30 gün, en uzun geceye daha az, matematik sınavına birkaç gün kalmıştı. Kimsenin doğumgünü değildi, kutlama yapılmazdı. Çarşamba da özelliksiz bir gündü, haftanın ortası, yedi günü üç baştan üç sondan paylaştırsan dışarıda kalacak zavallı olandı. Ama hayır aslında o Perşembeydi, hepsi benim hesap hatamdı. Sonra bugün 'tadı kaçmış' bir edebiyat sınavıyla başlamıştı, nesi güzeldi ki?

Halbuki ben çok inanmıştım, kendimize kutlayacak bir şey yaratabilirdik. Bugün 1 Kasım da olabilirdi, 1 Haziran da, ama bize 1 Aralık düşüvermişti. Elimizde o vardı kullanacak, şaşıracak, sevinecek, ödevleri son güne bırakacak, uykusuz kalacak, çok çay içecek, bol bol çikolata yiyecek.

Şimdi ayın 2sine sevinmek de olmaz, ay bile başlangıcı değil.

19 Kasım 2010 Cuma

Quizz Kid (Jethro Tull)



Sokakta gördüğüm çocuklara, köpekli çantalarına ve oynadıkları köpeklere daha az ilgi göstersem de olur sanırım. Nasılsa "on çocuk doğurup kaş'a yerleşicem" diyen ben değilim.

Ces Petites Riens (Stacey Kent)

rivayete göre, frizbiyi yakaladığımda yüzümde çok mutlu bir ifade oluveriyormuş.

11 Kasım 2010 Perşembe

Think It Over (Buddy Holly)

"When all else fails, philosophize."

8 Kasım 2010 Pazartesi

Little Kids (Kings of Convenience)

Düşünmeye ihtiyacı olduğunda yürüyüşe çıkanlardandım ben de. En kötü minibüsten erken inip yolumu uzatırdım. Hala da yapıyorum gerçi, geçmiş zamana gerek yok. Bugün yine düşünmeye ihtiyacım vardı, aynı zamanda 36lık pozumu bitirmiştim ve fotoğrafları merak ediyordum. O yüzden atölyeye gittim, ipodumu taktım, Quiet is the New  Loud albümünü açtım ve kimyasalları siyah, ışık geçirmeyen kaba boşalttım.
Son şarkıya geldiğimde kapağını inanılmaz sıkı kapattığım kabı açmayı başardım, içinden filmi çıkardım ve fotoğraflara baktım. Hem kimyasallar hem de filmle yaşadığım talihsizlikler yüzünden filmin bir kısmı yanmış, ama geriye güzel fotoğraflar kalmış yine de.

Şimdi bu kadar anlattım diye merak ediyorsunuz belki, düşünmene yardımcı oldu mu bari diye.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Landslide (Stacey Kent)

Artık vapurlardan da atlamaya başladım,
sonumuz hayırlısı.

31 Ekim 2010 Pazar

Wild Horses (The Rolling Stones)

A Sunday Smile (Beirut)

Evren çağrılarıma cevap veriyor gibi.
36lık poz bitirmem lazım bir ara; kıyamadığım fotoğraflar, karanlık odadaki halini hayal etmeye çalıştığım kareler var. Sonra izlediğim güzel konserler, günümü güzel kılan insanlar var.
Her şeyi hafiften yerli yerine oturttum gibi. Bazı şeyleri telafi etmeye çalışıyorum, bol bol telefon ediyorum insanlara, mektuplarımı yazıyorum, kitaplarımı okuyorum, kupalarca çay içip onları masamda biriktiriyorum yine.
Ya da mesela, akşamdan saatleri geri almayı unutup yeni güne çok erken başlıyorum. İlk önce pişmanlık duyuyorum ama niye ki, bir saatim daha var her şeyi toparlamak için, mutfak masasında sohbet etmeye, gazeteyi uzun uzun okumaya, güneşli serin günden faydalanmaya vaktim var.

Bu aralar evren beni omuzlarımdan tutup bana bağırıyor, mutsuz olma diyor, her şey güzel diyor, ben de gülümseyerek cevap veriyorum. Sonra kırmızı atkımı doluyorum boynuma, çıkıyorum evden ve Beşiktaş motoruna binerken ne şanslıyım, kenarda oturacak yerler var. Dalgalar sıçrıyor arada kenara doğru, bir adam hafiften ıslanıyor, ben Beirut dinliyorum, huzurumu gözlerimi kısarak paylaşıyorum evrenle, diyorum ki her şey iyi oldu sen merak etme.

21 Ekim 2010 Perşembe

All Things Must Pass (George Harrison)

Son zamanlarda pek kendimde olmadığımı fark edip kendime dönmeye karar verdim.
Çok kızdım aslında bana, nasıl oldu bu hale geldim diye düşünüp sorguladım. Hani olur ya bazen kendini bir yerde bulursun ve oraya nasıl yada neden geldiğinden pek emin değilsindir. Biraz öyle oldu sanırım. Geçen haftayı kafam dolu geçirdim. Sebeplerim vardı kendimce, açıklama gereği hissetmediğim konular ve sıkıntılar mesela. Arkadaşlarımdan uzaklaştım, annemden uzaklaştım, çok kafam karıştı, çok ihmal ettim, çok başkaydım, düşünemedim.
D. dedi ki geçenlerde, erkeklerin sorunu ne istediklerini bilmemeleri, kızların sorunu da istedikleri şeyin onlara iyi gelip gelmeyeceğini kestirememeleri.
Hak vermemem mümkün değil, çünkü tam olarak da bunu yaşadım son bir haftada. Kendim gibi konuşmadım hiç, pek tanıyamadım işte kendimi, sonra evren de bana iyi davranmadı. Ama anlaşma yaptık hep birlikte. En kısa zamanda telafisini bekliyorum her şeyin. All Things Must Pass'i defalarca dinleyip uyuduktan sonra kendimi daha iyi hissettiğim doğru (ve bugün yediğim iki meyveli yoğurtun da etkisi olduğuna inanıyorum) ama hala bir şeyler var bir yerlerde.
Ben hiçbir şey olmamış gibi davranma halime geri döndüm bile.
Evet döndüm.

7 Ekim 2010 Perşembe

Mimi (Lin-Hai)



Şimdi söyleyin, kedi kadar estetik başka bir canlı var mı?

28 Eylül 2010 Salı

Cold Water (Damien Rice)

Mektuplarımı zamanında atabilirsem çok memnun olucam ama yaklaşık bir aydır Amerika'ya, Urfa'ya, oraya buraya atacak bir sürü mektubum birikti. Sahafları dolaşıp bunu da atarım zarfın içine diyorum, Amerikan üniversitelerinin herkese gönderip 'siz özelsiniz' dediği broşürlere iki kez bakıyorum belki enteresan bir şey vardır o da girer zarfın içine diye. Bu aralar yine kendimleyim, Damien Rice dinleyip halime üzülüyorum, sonra bakıyorum ertesi gün derste karanlık odaya girmişiz yine mutluyum.
Aslında bu aralar çok şey düşünüyorum, günler çabuk geçiyor. Yine kafam dolu geziyorum, bir olayın ortasında o an kaybolmak istiyorum ya da bir anda odadan çıkmak istiyorum, ama kimse gelmesin peşimden beni bana bıraksınlar.

Güzel fotoğraflar çekeyim, ne kadar kural varsa hiçbirine uymasın çünkü benim beceriksizliğim olsun o, ama yine güzel çıksın istiyorum kareler. Sonra birileri gelsin, karşıma otursun mutfak masasında birer çay içelim. Ben örgü örmeyi öğreneyim bu kış, güzel günaydın mesajları alayım, annem olmadan kekler pişireyim, lezzetli olsun ama.

İstiyorum ki yeni insanlar gelsin, sohbet etmeye hani.

26 Eylül 2010 Pazar

Happiness Is A Warm Gun (The Beatles)


The Beatles 1967- 1970, originally uploaded by Nepue.

Bugün ilk Beatles plağımı aldım.
ve artık mutluluğun resmini kabiliyetsiz olsam da çizerim.

En güzel şarkıları alıp bir plağa sıkıştırmışlar işte. Dinliyorsun, her şarkıda daha çok gülümsemeye başlıyorsun, kafanı dayıyorsun bir yerlere, sana ve öğrenciliğine acıyıp plakları çok ucuza bırakan adama teşekkür ediyorsun.

Come Downstairs and Say Hello (Guster)

Sahaf festivalinin kitap yığınları arasındaki boşluğa gözünü dayayıp etrafı gözetleyen küçük çocuk,

23 Eylül 2010 Perşembe

That's The Way (Led Zeppelin)

"When I was in college, my roommate had a little jade plant. And she actually named it Robert. Robert Plant."

16 Eylül 2010 Perşembe

One Picture (Peter Bradley Adams)

Bugün ilk defa karanlık odaya girdim.
Hani fotoğrafları basarsınız ya.
Negatifleri kağıda aktardıktan sonra kimyasal bir suyun içine koyuyorsunuz ve sonra çok büyüleyici bir şey oluyor.

Bembeyaz kağıdın içinden bir yüz beliriyor mesela, bakıyorsun siyahlar ve beyazlar yavaş yavaş oturuyor yerlerine.

dinle.

13 Eylül 2010 Pazartesi

She Said She Said (The Beatles)

Yılın ilk ingilizce dersindeyiz, herkes kendini tanıtıyor.

ben: Well, I love Star Wars and I love The Beatles.
mr hummel: Thank you!! 

Bunu dedi ve alkışlamaya başladı.
öhöm.

12 Eylül 2010 Pazar

Up or Down (Jefferson Airplane)

Ben yine Çağla'nın fotoğrafını çaldım.
Ama çok huzur veriyor napıyım.

Olmalı mı Olmamalı mı (Bülent Ortaçgil)

"Bilmeli mi bilmemeli mi
Yoksa hiç öğrenmemeli mi
Ama ben öğrenmezsem
Hiç olamam ki"


dinle.

11 Eylül 2010 Cumartesi

Enjoy The Silence (Tori Amos)

"The silence grew deeper, so deep that if you listened carefully you might very well catch the sound of the earth revolving on its axis."


dinle.

Down to Earth (Thomas Newman)

Toy Story 3'ün sonunda kurtulamayacaklar galiba demiştim kendi kendime.
Happy Feet'te ağlamaklı olmuştum.
WALL-E'de de aynı şey oldu bugün.

Bence artık animasyon filmlerin kötü bitmeyeceğini öğrenmem gerekiyor.

dinle.

10 Eylül 2010 Cuma

Take It Easy (Eagles)

Kitaplarımı kaldırıp "Whoa, this is heavy!" diyince göndermeyi anlayacak insanları bekliyorum buraya.


dinle.

Passing Afternoon (Iron & Wine)

Karadağ'dan neden bahsetmedim bilmiyorum. Üşengeçliğime denk geldi sanırım. Yada çektiğim fotoğraflardan pek memnun kalmayışıma, annemle aramızın bozulmasına, seyahat arkadaşlarımızdan sıkılmama da bağlayabiliriz durumu. Ama lafı da çok uzatmak istemiyorum hani. Karadağ iyiydi, değişikti. İnsanları çok sevecendi, herkes gülümsüyordu, herkes güzeldi. Kaldığımız yer küçük Ege kasabalarına benziyordu, insanlar sabah erkenden kalkıyor bira içmeye başlıyor balık tutuyorlardı. Gençler atletik, yaşlılar göbekliydi. Herkes mutluydu yada bana öyle geldi, bilemem.

Patlıcan diyorlardı, çay diyorlardı, burek diyorlardı, haydi diye çağırıyorlardı insanları, Sırpça (yada Karadağca) konuşan babama ilgi gösteriyorlardı, yadırgamıyorlardı sanki onların dillerini konuşabiliyor olmasını. Rahatlardı, kiralık arabayı havaalanına bırakın biz alırız diyebilecek kadar mesela.

Ne biliyim işte. Eski şehirler, tarihi sokaklar, muazzam büyüklükte ulusal parklar, nilüfer kaplı göller, bize incir ikram eden yaşlı teyzeler, iyi niyetli ev sahipleri vardı. Virajlı yollarda nerdeyse tam daire tur atarken kulağımda Beirut çaldı. Telefonum kapalıydı, internetim sınırlıydı, 70 cent'e bir kupa çay alabildiğiniz sevimli kafede "Jedan crna cay" demeyi öğrendikten sonra onlarca çay sipariş edip internetlerini kullandım.
Kotor'daki eski şehirde iki yüksek taburenin üstünde Simon and Garfunkel söyleyen adamları dinledim, şansıma Wish You Were Here'ı bile çaldılar, herkes yarım litrelik biralarına gömülmüş olaydan habersizken ben meydanın ortasında eski bir bina duvarına dayanıp onlara eşlik ettim.
Bir sürü yıldız gördüm gökyüzünde, ormanın içinden gelen çekirge sesiyle birlikte onları izledim, uykuma yenik düştüm. Hamakta sallanırken Bülent Ortaçgil ve Teoman'ın konser kaydını dinledim, gülümsedim konuşmalarına, utandım biraz kendimden yıllardır Bülent Ortaçgil'i dinlemeyi unuttuğum için. Özlemişim çünkü.

Tiril tiril elbiselerin içinde kitap okumanın ve denize karşı Kings of Convenience dinlemenin zevkini bir de yabancı bir ülkede çıkarmış oldum. Sabahları ekmek ve elmalı tart aldığımız ufak fırındaki müşterilerle yapılan günlük konuşmalara, babamın bana yaptığı ufak çevirilere, annemin düşersin'lerine, odamıza giderken bize delicesine havlayan sevimli köpeğin öfkesine alıştım.

Bugün babam durdu, Karadağ'ı özledim aslında dedi. En çok Cetinje'yi özlemiş. Orda bulduğumuz pizzacıda bizle sohbet eden garson Marko gelmişti aslında benim de aklıma. Annem de sessiz sakin kasabamızı, Prcanj'yi özlemiş. Ben nereyi özlediğime karar veremedim, eski Kotor dedim. Neresini özledin peki, diye sordu babam. Bilmem dedim.
Ama sanırım yeşil panjurlu evlerini ve nereye çıktığını bilmediğim dar sokaklarını özledim.








New Shoes (Paolo Nutini)

Her şeye yeniden başlamayı kendime hak görüyorum.
Çünkü turuncu ayakkabılarım var artık.

hey, I put some new shoes on,
and suddenly everything is right.

dinle.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

You're Gonna Make Me Lonesome (Madeleine Peyroux)

"Forty years ago The Beatles asked the world a simple question. They wanted to know where all the lonely people came from."


dinle.

Whatever Gets You Through The Day (The Radio)


, originally uploaded by (cloudnine).

Sonunda tatile çıkıyorum.
Yarın Karadağ'a gidiyoruz.
Evet, hani eskiden Sırbistan-Karadağ olan Karadağ'a.
Deniz kenarında ufak bir kasabada kalıcaz.
Araba kiraladık gezmek için.
Hırvatistan'a geçmeyi planlıyoruz mesela.
12 gün sonra burdayım.

Ve şey, babam Sırpça konuşabiliyormuş.

8 Ağustos 2010 Pazar

Hammer To Fall (Queen)



"Maybe we like the pain. Maybe we're wired that way. Because without it, I don't know; maybe we just wouldn't feel real. What's that saying? Why do I keep hitting myself with a hammer? Because it feels so good when I stop."


Meredith Grey

Sleepwalking Convict (Silence 4)

5 buçuk.

Cosy In The Rocket (Psapp)

Dün gece çok şey oldu.

Uzun zamandır Grey's Anatomy izlemediğimi fark edip ilk sezondan tekrar başladım. Bir diziyi bu kadar özlemiş olduğumu düşünmezdim gerçi, ama her anı yavaş yavaş hatırladıkça, birileri sarkastik yorumlarla konuşup göndermeler yapınca, ister istemez gülümsedim. Müziklerini bile çok özlemişim. Sonra şunu fark ettim, basit bir doktor dizisinden aklımda çok şey kalmış ve ben her bölümün içindeki voiceoverlardan çok şey öğrenmişim.

Beşinci bölümden sonra koltukta uyuklamaya başlayınca yatmaya gittim, ama odamda kocaman bir kelebek vardı.
Tamam dedim, hallederiz.
Ama halledemedim, çünkü saat 4'e geliyordu.
Kelebek odadan çıkmayınca ben de pikemi ve yastıklarımı aldım, annemin yeni aldığı portatif minderimsi yatağı da kaptım salona gittim.
Kelebekle yaşadığımız aksiyondan kaynaklanıyor olsa gerek, uyku tutmadı. Ben de biraz daha Grey's Anatomy izlemeye karar verdim. Saat 5 olmuştu, televizyonu kapattım. Dışarıda güzel bir hava vardı, ben de meraklıydım tabii, acaba şu an kaç evde ışık yanıyor diye, balkona çıktım, birkaç fotoğraf çektim, 5 buçukta da yerdeki yatağıma geri döndüm.

"Ama bu kız salonda yatmış?!" nidaları eşliğinde sabah 10 buçukta uyandım.

6 Ağustos 2010 Cuma

Call Me Up In Dreamland (Van Morrison)

Celine: I still feel that way sometimes. Like I'm looking back on my life. Like my waking life is her memories.
Jesse: Exactly. I heard that Tim Leary said as he was dying that he was looking forward to the moment when his body was dead but his brain was still alive. You know they say that there's still six to twelve minutes of brain activity after everything else is shutdown. And a second of dream consciousness, right, well, that's infinitely longer than a waking second. You know what I'm saying?
Celine: Oh, yeah, definitely. For example, I wake up and it is 10:12, and then I go back to sleep and I have those long, intricate, beautiful dreams that seem to last for hours, and then I wake up and it's ... 10:13.
Jesse: Exactly. So then six to twelve minutes of brain activity, I mean, that could be your whole life. You are that woman looking back over everything.

That's Life (Frank Sinatra)

"My grandpa used to say that things never work out like you think they will, but that's what makes life interesting, and that makes sense."

Kafka on the Shore, Haruki Murakami

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Cuckoo Is a Pretty Bird (Bob Dylan)


Açıklık getirmek için söylüyorum:
Guguguk diye öten her kuş guguk kuşu değildir.
Bunlar kumru.



Pink (Aerosmith)


Her şeye rağmen,
seni yine de seviyorum fotoğrafa giren pembe tişörtlü adam.

3 Ağustos 2010 Salı

Eleanor Rigby (The Beatles)

"In ancient times people weren't simply male or female, but one of three types: male/male, male/female or female/female. In other words, each person was made out of the components of two people. Everyone was happy with this arrangment and never really gave it much thought. But then God took a knife and cut everyone in half, right down the middle. So after that the world was divided just into male and female, the upshot being that people spend their time running around trying to locate their missing half."


Kafka on the Shore, Haruki Murakami

Distant Camera (Neil Young)

Eski albümlerde bazı fotoğraflar var, binayı çekmek istemişiz önümüzden bir adam geçmiş. Yan yan kameraya bakmış bir de. 1996'dan falan bahsediyorum burda.
Ne biliyim, aklıma takıldı.
Acaba o fotoğraflara son anda dahil olan insanlar şimdi nerede napıyolar?

1 Ağustos 2010 Pazar

Blessed (Simon and Garfunkel)

Birkaç gün önce Teoman Amca'nın Kadıköy'deki ufacık dükkanına tamire götürmüştük pikabımızı. Hani şu bozuk olmasından çok şikayet ettiğim. Hemen tamir edemeyebilirim dedi adam, tamam dedik, numaramızı bıraktık çıktık. Dün babam aradı öğleden sonra, pikap tamir edilmiş ama tek başıma gidip alamam, senle gideriz pazartesi günü dedi, olur dedim, acelesi yok nasılsa.

Eve geldiğimde radyodan haber dinliyordu annemle babam. Sonra ben elimi yıkamaya gittim, hava da çok sıcaktı, yüzüme su çarptım. Sonra içeriden müzik çalmaya başladı. Annem gülüyordu, babam sus sus diyordu anneme.
İçeri koştum, salonda çalan pikabı, kenarında yanan ufak sarı lambasını ve pikabı koklayan kediyi gördüm.
Oturduk başına biraz Rod Stewart dinledik. Yavaş birşeyler aç dedi babam, Sounds of Silence'ı koydum. Birlikte söyledik şarkıların bir kısmını, ben cızırdayan plaklara hayranlıkla baktım, "bunca yıldır bu aleti sehpa niyetine dekoratif olarak kullanan aklınıza şaşayım" dedim, babam kahkaha attı. Love Over Gold'u taktım sonra, salonda o döndü biraz.

Bilmiyorum biliyor musunuz ama, iğneyi plağın kenarına bıraktıktan sonra, şarkı başlamadan önce boşluktan çıkan o cısırcısır sesi çok güzel çok huzurlu.

23 Temmuz 2010 Cuma

Ice Ice Baby (Vanilla Ice)

Mado kutularından çıkan buzları suya atıp buharlaşmalarını izlerdim. Her yer duman olurdu. Annem kızardı. Sis var sis, derdim. Gülerdi.
Eve gene dondurma gelmiş, ben buzları suya attım.
Bu sefer karışanım olmadı.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Wedding Dress Song (Frank Zappa)

Ankara'ya kuzenimin düğününe giderken yaptığımız yolculuk benim Eskişehir'den dönüşüm kadar hüzünlü değildi merak etmeyin.

Yolda benzinimiz bitti, çünkü gittiğimiz benzin istasyonunda benzin bitmişti. Annem bütün yol babama söylendi, benden "anı ölümsüzleştirmemi" istedi ve artık depoya bidondan benzin koyarken "thumbs-up" işareti yapan annemin fotoğrafları var.

Ankara'da da şansımıza Avrupa Bisiklet Şampiyonası varmış, üç takımla aynı otelde kalıyorduk. Otelin çevresindeki bütün yolları kapattıkları için otele ulaşmamız bir buçuk saat sürdü. Oteli uzaktan görüp yanına gidememek çok acı vericiydi mesela. Takımları da görseniz, herkes sportif, herkes atletik. Bisiklete doğru düzgün binmeyi bilmeyen ben için hüzünlü anlardı bunlar.

Akşamki düğün de normal bir düğünden daha eğlenceli değildi. Babamla dans ettim, göbek attım, sıkıldım, uykum geldi, mızmızlandım ve düğün fotoğrafçılığı oynadım. Sanırım gerçek düğün fotoğrafçısı benden nefret etti.

Bu kocaman (ama gerçekten kocaman) bir Trabzon ekmeği heykeli.
Kuzenim kızı Defne. Artık ona Aysel Gürel diyorlar.
Havuz başındaki Belçika takımı.

Get Out Of Town (Ella Fitzgerald)

Otobüste tek kişilik koltukta ilk defa seyahat ediyorum. Dışarıyı izlemesi keyifli, yanında rahatsız edeceğim kimse yok. Eskişehir'in sararmış buğday tarlalarından çıkarken Ankara yolunda gördüğümüz ayçiçeği tarlalarıyla karşılaşmak istiyorum. Bir nevi veda gibi.

Otobüs sarımtırak sıcak bir havada ilerliyor, hafif piyano melodileri ve güzel bir kitap eşliğinde. Kitap çok sürükleyici, hiç bırakasım yok. Arada yolu izlemek için kafamı kaldırıyorum, manzara pek değişmemiş, kilometrelerce tarlayı geride bırakıyoruz işte.

Uyuyakalmışım bir ara, hızlanan müzikle uyanıyorum. Güneş iyice terletmiş beni, kitabım kucağıma düşmüş, manzara yine benzer. Saate bakıyorum biraz da korkarak, çok mu uyudum, çok mu yolculuk kaçırdım, ya keyfine varamazsam? Neyse ki sadece birkaç şarkı sürmüş otobüs uykum.

Muavin soruyor "meyvesuyukolaçaykahve?"
Nerde okumuştum ben bunu, hakkaten de birleşik bir cümle halinde soruyor adam ne içmek istediğimi.
Çay lütfen diyorum, beni tanısan sormazdın bile, bilirdin çay olacağını. Herkes bilir çünkü benim tercihimin çaydan yana olacağını.

Kitaba devam ediyorum, yolu izliyorum, müziğim güzel, çayımın birazını çizgili tişörtüme döküyorum. Annem çıkarır diyorum kendi kendime, hepimiz öyle diyoruz ya zaten.

Kitap okurken tabelaları kaçırıyorum, nerdeyiz anlayamıyorum önce. Ufak bir şehir merkezindeyiz. Etrafta nerede olduğumuzu belirtecek bir şey arıyorum. Bilmemne Bozüyük Şubesi diyor, rahatlıyorum.

Birkaç saat daha yol gidiyoruz. Mola yerine gelmeliyiz artık, çok çay içtim çünkü. Aslında biraz da üşeniyorum, çantamı ve fotoğraf makinasını otobüste bırakamam ya, onları yanıma almam lazım, çantam da benden büyük. İniyorum neyse aşağıya, yemek söylüyorum kendime, iki kişilik bir masaya geçiyorum sonra. Kınıyorum yanda oturan kadını, tek kişiyken dört kişilik masa işgal edilir mi, ayıp diyorum içimden.

Sakarya'ya yaklaşmışız belli. Lokumların, kestane şekerlerinin, pişmaniyelerin etiketi ele veriyor işte.

Yavaş yavaş hava kararıyor, zaten bulutlar da gri, güneşin hiç şansı yok. Otobüsün devasa ön camına çarpan yağmur damlalarını görüp seviniyorum önce, belki sağanak başlar da camda damla yarıştırırım diyorum, olmuyor öyle. Hava kasvetli, akşam olmuş artık, ben de kitabıma gömülüyorum.

Kitap kitap demişken, The Handmaid's Tale'ı okuyorum şu sıralar. "A man is just a woman's strategy for making other women" kısmını okurken kitabı bana ödünç veren Ms. Lajam geliyor aklıma, gülüyorum durduk yere, otobüste, onca yabancının arasında, hiç de utanmıyorum bu arada.

Daha çok yol gidiyoruz, ama benim keyfim yerinde. Söz vermiştim kendime, iyice akşam olunca kitabı bırakıcaktım, dışarıyı izleyecektim sadece. Kulağımda en güzel müzikler. Şu bölüm de bitsin diyorum, erteliyorum planlarımı, daha yolumuz uzun. Aslında yol uzun falan değil, topu topu 1 buçuk saat kalmış İstanbul'a. İzmit'ten geçiriyoruz, gündüz gözüyle hiç de güzel gözükmeyen fabrikaların ihtişamına yanıyorum. Her şey ışıl ışıl. Aklıma İzmir fuarındaki lunapark geliyor bir anlığına.

Artık hava da karardı ya, akşam oldu ya şimdi, düşünmeye başlıyorum. Karaltımı görüyorum camdan, elimi kenara dayamışım, aşağı kulaklıklarım sarkıyor, kucağımda eski bir kitap. Yine kendimle hesaplaşmaya başlıyorum, son zamanlarda başıma gelenleri düşünüyorum, sarf ettiğim cümleleri, özlediğim insanları, gittiğim ama ait hissedemediğim yerleri. Çekilen fotoğraflar geliyor gözümün önüne, gülümsemelerimiz, kucaklaşmalarımız, aylar sonra cümle içinde söylendiğinde herkesi kahkahalara boğacak tekil sözcükler. Gece yarısı içtiğim kahveleri düşünüyorum, uykusuz kalmak için çabalamalarımı, bazen de uykuya teslim oluşlarımı hatırlıyorum. Çiçekli yastıklarım ve renkli bir pikem var böyle akşamlar için.

Özlediklerim var, şeyler ve insanlar. Uyduruk webcamlerden gördüğüm ya da denk getirip sesini bile duyamadıklarım var mesela. Hepsi teker teker geliyor aklıma, hüzünleniyorum biraz. Shuffle da hiç yardımcı olmuyor sağolsun, şarkıların ortasında fark ediyorum birşeyleri, gülümsüyorum. Evren dediğimiz şeye duyduğum minnet mi yoksa hafiften bir öfke mi onu da bilmiyorum, kalbimi kırdı ama. Mesaj atıyorum birkaç kişiye, şarkılar kimin için geldiyse onlara işte.

Aklıma geldikçe içim gidiyor, ne düşünsem bilmiyorum, biri bana gelse bir soru sorsa cevabı ne, kestiremiyorum. Diyorum ki kendi kendime, oysa ben yalnızlığımda çok mutluydum, tek kişilik koltuğum çok huzurluydu. Bıraksanız bir beş saat daha seyahat edebilirdim ben öyle. Otobüsün beyaz ışıkları büyüyü bozmadan kendime gelmek istiyorum. İstanbul'a varınca, şarkım yarım kalacak diye korkuyorum.

Ne oluyorsa, akşam vaktinde oluyor zaten.
Perfect Day'i yarıda kesiyorum.