28 Aralık 2009 Pazartesi

Wish You Were Here (Pink Floyd)

"Then Toddie came in to watch his Saturday-morning cartoons. As soon as he sat down, he farted. Toddie can be amazing. Judging from the sound alone, you might have thought there was a horse in the room.
Or an elephant.

Usually he says "Scooze me", but today he was all wrapped in Daffy Duck. I shifted to the other end of the bed and didn't think much about it, until he farted again. Then again. Suddenly, as the invisible clouds drifted my way, I had a horrifying thought:

It's seeping into my clothes!
I could become a walking fart!"


Doğumgünün kutlu olsun Fermi.

26 Aralık 2009 Cumartesi

Parachutes (Coldplay)

Herkese biri lazım ki bir yerlerde kaybolduğun zaman seni sarssın ve normal haline geri döndürsün.
Çünkü fark etmek lazım.
Ve bazen sadece dile getirmek lazım.
Çünkü kafandakileri sözcüklere döktüğünde anlam kazanma yada yitirme ihtimalleri çok yüksek.
Ve tam da bunu yaparken, herkese biri lazım.

Telling Stories (Tracy Chapman)

Arzular başka sey,
Hatıralar başka.
Güneşi görmeyen şehirde,
Söyle, nasıl yaşanır?

Orhan Veli


Ve kutuları karıştırırken içinden fotoğraflar, peçetenin üstüne yazılmış şiirler çıkar.

24 Aralık 2009 Perşembe

Splendor in the Grass (Pink Martini)

"Şu şarkı da ne güzeldir" cümlesini kurduğunda sana kocaman gülümseyerek onay verecek insanlara sahip olmak çok güzel bence.
Ya da hani bir şarkıyı sevmişsindir ve öyle bir yeri vardır ki, her seferinde o sözleri duyduğunda kendini iyi hissedersin.

Özdemir Asaf "bir kişi gelmeyecek" dediğinde, belki de bizi ufak parçalarla tamamlayan başka insanları görmemiz gerektiğini kast etmiştir. Bir bütün olmak değil de, ortaklıklara sahip olmak mesela.

Bilmem ki.

life's been moving oh so fast
i think we should take it slow
rest our heads upon the grass
and listen to it grow

23 Aralık 2009 Çarşamba

Your Time Is Gonna Come (Led Zeppelin)

Babamın çalışma odasındayım, çünkü bilgisayarım bozuk.
Ve burdaki saatin tiktakları o kadar YÜKSEK SESLİ ki.
Hani "zamanın insanı kovalaması" klişesi vardır ya, hissedebiliyorsun aynen.
Sanki topuklu ayakkabılarıyla biri mermer salonda ileri geri yürüyor, ama her seferinde aynı ritmde, aynı ayaklarına eşit basınçlar vererek ilerliyormuş gibi.

çıldırırsam saatler yüzünden olucak.

Octopus's Garden (The Beatles)

1960ların 1970lerin İngiliz hükümeti açık denizlerde yayın yapan korsan radyolara karşı uzun zaman mücadele vermiş. Yasalar çıkarılmış, 60 yıllık bakımsız gemilerde rock yayını yapmaya çalışan insanlar kanun kaçağı ilan edilmiş, açık denizin ortasında bir sürü radyo fırtınaya yakalanıp daha fazla dayanamamış.
Korsan radyo olarak çalışan Mi Amigo adlı gemi de 1980'de bir fırtına yüzünden Kuzey Denizi'nde batmış.
Üstünden 5 yıl gibi bir süre geçtikten sonra gemiyi sudan çıkarmışlar.

Ama hala Kuzey Denizi'nin dibinde, sessizlikte bir yerlerde 1960ların en muhteşem plaklarını barındıran bir koleksiyon var.
Yosunların arasında bir Hendrix mesela.

Masalsı.

21 Aralık 2009 Pazartesi

Because (The Beatles)

a ticket to ride

Change (Tracy Chapman)

Kimse birbirini değiştirmeye çalışmasın ve dünya çok güzel bir yer olsun.
Katlanamadığımız insanlar katlanamadığımız insanlar olarak kalsınlar ve biz sadece sevdiklerimizle ilgilenelim.
Kimse birbirini değiştirmeye çalışmasın, değişmesi gerekenler bir şekilde farkına varırlar zaten.

Would you change?

Stay Out Of Trouble (Kings of Convenience)

Yine kahverengi polar battaniyemin altında ayaklarımın kıpırdadığını hissediyorum, kedim usul usul nefes alıp veriyor, haftalar sonra tamamını okuduğum ve huzurla katladığım Uykusuz bana bakıyor ve ben ailesinin zoruyla okula gönderilmeyen bir kız çocuğu olarak bugünü evde geçiriyorum.
Günün geri kalanında kitap okumak, bitki çayı içmek, tobleron yemek ve film izlemek gibi planlarım var.

Bu sıralar evde geçirdiğim hayatımın bile bir monotonluğu var, fark etmedim değil.

Herkes mi huzur arar hayatında.

20 Aralık 2009 Pazar

The Times They Are a-Changin' (Bob Dylan)

BÜTÜN pazar gününü evde geçirmek.
Kocaman kazak, sıcacık çorap, uykucu kedi, Simon and Garfunkel, çay, turta, güzel bir banyo, Bob Dylan, anneyle sohbet etmece, babaya kocaman sarılmaca.

Pazartesi bi kere de gelmesin be.
dimi dontcopy?

Alice (Tom Waits)

Neyi fark ettim,
ben Alice in Wonderland'ı o kadar yarım yamalak biliyormuşum ki.
Ne zaman okudum hatırlayamadım.
Sonra durdum düşündüm,
acaba okudum mu ki
bile dedim.

Ama hatırladığım şeyler var.
Demek ki okudum.
Ama ne zaman?

Hafızayı çok ciddi tazelemek lazım.
Yarın kütüphaneye bir ziyaret düzenliyorum.

Old Friends (Simon and Garfunkel)

Babam inanılmaz kitap düşkünü bir insandır mesela. Evin her tarafında kütüphane vardır, yerden tavana, her sene acaba bu sefer evin hangi köşesine kitaplık konulsun diye tartışılır. Kitap ne güzel şey ama. Hakkaten. Şimdi böyle uyduruk e-book'larla falan geliyorlar, çok kızıyorum.
Kitap ya.
Kitap yani.
Kitaplık zaten bir evi güzel kılan şeylerden biri bence. Kitaplıksız eve gidince boş geliyor, eksik geliyor.
Çok güzel kitaplıklı evler de var mesela. Sıcacık oluyor onlar böyle. Önü koltuklu kitaplıklar falan.
Mesela Naz'ın çok güzel bi kitaplığı var. Salyangoz gibi.
Sonra mesela okulun çok şahane bir kütüphanesi var.
Öyle böyle değil ama.
Düşün yani, okulun en sevdiğim yerlerinden biri kütüphanenin üst katı. O derece.


Bir de artık başucu kitaplarımın sayısı o kadar arttı ki.
(Evet burda benim maymun iştahlılığımı da öğrenmiş oldunuz. Bu sıralar kitaplara başlayıp bitirememe sorunu yaşıyorum.)

Old friends, old friends sat on their parkbench like bookends.
Kitap ayraçları, destekleri, hepsi de ne güzeldir dimi ama.

18 Aralık 2009 Cuma

Love Will Tear Us Apart (Joy Division)

Son güne kalan işler ya çok güzel olur ya yarımyamalak yapılır.
İçimden bir ses bu sefer yarımyamalak olucak diyor.
Hadi bakalım.

Bi de bilgisayarın usb girişini öyle bir yamulttum ki.
Müziğimi ordan burdan toplama sağlıyorum.
Ama mesela şimdi dizzler.com diye çok dandik gözüküp güzel olan bir sitedeyim, The Smiths dinliyorum.
Simon and Garfunkel koydum bi de playlistime.
Böyle işte.

Bu arada sınıfta Macbeth için kendi kendine tiratlar çalışan insanlardan birinin kafasından söz yazması, sonra bunun Love Will Tear Us Apart'a çok benzemesi, benim şarkıyı söylemeye başlamam ve Macbeth'ten Joy Division'a gelmiş olmamız baya ilginçti bence.
Ama tabii siz orda değildiniz, şimdi bu dediklerimden pek de etkilenmediniz.
Olabilir neden olmasın.

dibebirnot: başlıkta bulunan hem gerçek anlamlara (şarkıya gönderme yaptım, fazla derin bişey aramayın bence. hayır niye uyarıyorum, aydönümü mevzusunda da aynısı oldu o yüzden) hem de metaforik anlamlara (ingilizce dersi sağolsun. mesela burda usb girişimin bozulmasını bile bağlayabilirim ben love will tear us apart'a) dikkatinizi çekerim.

16 Aralık 2009 Çarşamba

Hey Jude (The Beatles)

Biri gelse,
bana Hey Jude söylese,
ben de bir köşeye kıvrılsam,
uyusam.

dedikten sonra Hey Jude'u söylemeye başlayıp bana sarılan insan,
seni çok seviyorum.

Hem de bunu coğrafya dersinde yaptın ya.

Strange Uncles From Abroad (Gogol Bordello)

Geçen cumartesi hepsininadıaynıolanarkadaşgrubuyla (siz kendinizi biliyorsunuz. yanılmıyorsam başkaları da biliyor) buluştuk. Islandığım ve çok aç olduğum cumartesi bu işte.
Neyse, girdim içeri, oturdum masaya.
Şöyle bi baktım, çünkü iki kişi olmalarını bekliyodum, gerçi üçüncü kişiyi de tanıyodum, ama biri daha var. Eh peki madem dedim oturdum.
Tanışma faslı falan filan.
Sonra konuşmanın daha otuzuncu saniyesinde nasıl olduysa yurtdışında okumak yada Türkiye'de kalmak mevzusu açıldı.
"Türkiye'de niye kalıyosun abi. Mis gibi yurtdışına git işte. Bak mesela ben Amerikaya gidicem bu yaz, gayet spontane. Napıcağımı bile bilmiyorum hiçbişeyimi planlamadım. İçicem müzik yapıcam içicem müzik yapıcam içicem ve böyle işte."
Tam bu noktada konuşmayı karşı taraf ingilizceye çevirdi.
Niye?
Asla anlayamadım.
"Blablabla fucking blablabla fucking blablabla see i talk fucking fast."
Good job buddy, demek istiyodum, diyemedim, devam etti.
"Blablabla americans think i'm from the states but i say no dude i'm not from the fucking states why do you think i'm a fucking american? but they say you talk like a fucking american but you have an accent and i say no, i don't have a fucking accent blablabla"
Bu konuşmayı uzun uzun devam ettirdi ve her seferinde gramer hatalarıyla dolu cümlelerinin içinde yuttuğu sözcükler ve özellikle vurguladığı "fucking"lerle kendini bir Tarantino filminde zannediyordu sanırım.
Ne fena.
İnsanların kendini bilmemesi ÇOK FENA.

Bi de yani, nerdesin ki sen? Kadıköy'de dersaneden çıkmışsın, sen de herkes gibi test çözmüşsün, derste sıkılmışsın, bir yere oturmuşsun, bir kız gelmiş, ilk defa tanışıyorsunuz falan. Ne yani bu? İngilizce konuştun da noldu? Hızlı konuştun da noldu? Karşıdaki hiçbişey anlamayınca sevindin mi noldu?
Böylelerini gerçekten anlamakta zorlanıyorum.


Daha kötüsü,
he did have an accent
and it was russian.

O benim sınırlarımı zorlayana kadar dayandım ve dark side'a geçtim işte.
Bana güldü ve "no lady. i don't have a fuckin accent. i don't have a russian accent" dedi.

Asla öğrenemeyeceksin dostum.
Ve umarım bunu okursun.
Gerçekten istiyorum bunu.

15 Aralık 2009 Salı

Living In The Past (Jethro Tull)

Öğle yemeğinde üçüncü sınıftaki kahvaltılarımızdan, her cuma çokçokkötü döner veren okul yemekhanemizden bahsediyorduk.
Sonra aklımıza meyve suları geldi.
Neydi o diye düşünürken 4 kişi aynı anda "Capri Sun!!" diye bağırdık.

Yemekhanedeydik ve tavuğunu yiyen çocuğun bize çok garip baktığına yemin edebilirim.


Ama yani.
Capri Sun!
Çok sıktım dimi çocukluk muhabbetlerimle.

14 Aralık 2009 Pazartesi

Hair (The Cowsills)

Birisiyle uzun zamandır görüşemediğimi veya yüzyüze konuşamadığımı saçlarından anlıyorum.
Vay be ne kadar uzamış saçları diyosan, o insanla ayaküstü bile olsa sohbet etmenin zamanı gelmiş demektir.

Hair müzikalini izleyesim var yine.
Birilerine açık mektup, bi ara Hair günü mü yapsak acaba?

12 Aralık 2009 Cumartesi

After Midnight (Eric Clapton)

Şimdi üçüncü sınıfta falan olsak "yeni yıldan beklentileriniz" konulu kompozisyon isterlerdi, ben de "Yeni Yıldan Beklentilerim" başlıklı bir kompozisyon yazardım.
O açıdan küçükken baya kötüydük bence.

Ha şimdi napıyosun derseniz, mevcut şarkıların kitapların şiirlerin başlıklarını kullanıyorum.
Baya yaratıcı.

Simyacı hakkında gerçektentırnakiçinde "Yüreğinin Götürdüğü Yere Git" diye bir yazı yazdım mesela. Hani yazıyı yazsam bile başlık bulamıyorum ki ben. Sen git bin küsür kelime yaz, sonra üç kelime için başkalarının yaptıklarını çal. Olcak iş diil.
Çok beceriksizim işte o konuda.

Aslında yeni yıldan beklentilerle ilgili bir iki birşey söylemek istemiştim ama kendi lafımı kendi ağzıma tıktım. Ne diyordum..

Yeni yıldan beklentiler falan filan.
Gazeteye yazmışlar bi de kocaman kocaman "2010'a 20 gün var!"
Ne değişicek ki 2010 olunca? Milenyumu 10 yıl atlatmış olucaz, 2012'de sözde kıyamete biraz daha yaklaşıcaz, her yere tarihi Ocak 2009 şeklinde yazıp kendi içimizde, kağıt üzerinde ufak zaman yolculuklarına çıkıcaz ve bir silgi hareketiyle günümüze geri dönücez.
Nolucak ki yani?

Kötü olan her şey kötü,
iyi olan her şey iyi kalıcak.

Yada tam tersi.

Songbird (Oasis)


"THAT SONG WAS NOT WRITTEN ABOUT YOU."

Neden bu kadar doğru olmak zorunda ki?!

Only Happy When It Rains (Garbage)

İki gündür şemsiyesizliğimden (yada rüzgarın beni şemsiyesiz bırakmasından) sırılsıklam oluyorum.

Cuma günkü odyssey'imizde ıslandık, taksicilere küfrettik, ıslandık, rüzgarda dönen şemsiyemizi kurtarmaya çalıştık, ıslandık, yürüdük, ıslandık, arabaların sıçrattığı sularda yıkandık ve ıslandık.

Hey siz! Yağmurda araba kullanan dikkatsiz sürücüler, size sesleniyorum. Kaldırım yakınında genelde su birikintileri oluyor, siz de son sürat onların içine doğru dalınca kaldırımdaki yayalara su sıçrıyor. Şey, pek zor değildi aslında düşünebilmesi.
Ama şu son iki gündür kulağımın içine kadar su girmesine neden oldunuz.
İçten teşekkürlerimi sunuyorum.

Bugün yine ıslatıldım ve ıslandım.
Ve büfelerin kepenklerinden aşağı düşen damlacıklar sev mi yo rum.

Yağmur güzeldir, ama "inşaat halindeki İstanbul"da hiç zevkli değil.
Kadıköy'de gene sökmüşler bütün kaldırımları, her tarafım çamur oldu. Sanki ıslak olmak yetmiyomuş gibi bi de.

Olsun ama, yağmur ve yağmurda eriyen uyduruk kese kağıdından kestane yemek de güzel.
Şemsiyeyle birlikte uçacakmış hissine kapılmak da.
Saçlarından sular damlarken arkadaşlarına sarılmak da.
Güzel işte hepsi.

9 Aralık 2009 Çarşamba

Walk With Me (Absynthe Minded)

Eskiden babamın omzundan inmezdim. Koşuyolu Parkı'nın devasa ağaçları vardı, kovuklarına otururdum. Babam beni ne zaman omzuna alsa ayağım kaşınırdı, o da indirirdi beni. Ama ben hep onun omzunda gezerdim. Yada elini tutardım. Ufacık parkı baştan sona dolaşırdık. Süpürgelerin durduğu bir de kulübe vardı orda. Camları tozlu, ahşap kaplı. Neler düşünürdüm o kulübeyle ilgili. İçinde kimler yaşıyordu kim bilir.

Ben hep babamın omzunda gezerdim ve hep ayağım kaşınırdı.

8 Aralık 2009 Salı

Working Class Hero (John Lennon)

Hayat ne kadar tuhaf ve acıklıdır ki ben bütün günümü bugün günlerden ne sorusunu düşünmeden geçirdim. Belki bir iki yere 8 Aralık 2009 diye karalamışımdır, aslında bana ifade etmesi gereken şeyleri anımsamayarak.

"Beatles'ın en sevdiği şarkısı ne diye sorunca Hey Jude diyen insan gerçek Beatles-sever değildir" diye tartıştık bugün. Sonra Norwegian Wood'un aslında ne kadar güzel bir şarkı olduğundan bahsettik. Sonra nedendir bilmem, geçen sene derste dinlediğimiz Imagine geldi aklıma.

Ve ben yine hatırlamadım, bundan 29 yıl önce John Lennon'ın, elinde tamamıyla yanlış anladığı Catcher in the Rye'ı gezdiren bir katil tarafından öldürüldüğünü.



Ve ben hayatını, müziğini, gitarından çıkan her notayı dünyanın geri kalanıyla paylaştığı için, yuvarlak çerçevelerin ardındaki gözlerine bakıp bu adama teşekkür etmek isterdim.

6 Aralık 2009 Pazar

Get Lucky (Mark Knopfler)

En gurur duyduğum, beni en mutlu eden alışverişim 50 kuruşa aldığım kitaplardır.

İngilizce bölümü elindeki fazla kitaplardan kurtulmak isteyince okulda satış yaptı. Acaba ne kadar para topladılar diye merak etmedim değil, baya güzel kitaplar vardı çünkü orda. Ve hepsi 50 kuruştu. dontcopymystyle'nın 1 liralık Capote kitabı gibi, ben de bir sürü güzel kitap buldum orda. Henüz okuma fırsatı bulamadığım da çok ya neyse. Mesela Into The Wild var aldığım, Kafka'nın hikayeleri var, Macbeth var, All Quiet on the Western Front var..

50 kuruş dediğin ne ki dimi.


dibebirnot: Get Lucky de Mark Knopfler'ın son albümünden.

5 Aralık 2009 Cumartesi

Eight Days A Week (The Beatles)

İstanbul'da da var bunlardan.
Kim akıl ettiyse, bence çok mükemmel bir insan o.

O diil de, Norah Jones, Pink Martini ve Mark Knopfler'ın son albümlerini aynı anda almak nasıl güzel bir histir.
Haftasonunun soundtrack'i belli oldu.

4 Aralık 2009 Cuma

Across the Universe (The Beatles)

Beni kimse, hiçbir zaman tam anlamıycak.
Ve benim baktığımda, durduğumda, sustuğumda yada en basiti bile olsa herhangi bir kelimeyi söylediğimde beni anlayacak birine ihtiyacım var. Sen çok uzaktasın.
Sahi nerdesin?
Bilmemkaç saat uzakta bir yerlerde ve saat farkının "canı cehenneme".

Nothing's gonna change my world derken, bunun nasıl büyük bir yalan olduğunu fark ediyorum işte.
Birden bire.
Her şeyin değiştiğini görmekte ve buna inanmakta hep zorlanıyorum ama işte oldu bile.

Dün akşam odamın karanlığında ağladım.
Çünkü beni her şeyiyle bir tek sen anlıyorsun ve bazen çok ulaşılmazsın.

Seni öyle özledim ki.

2 Aralık 2009 Çarşamba

Copy In Black And White (Absynthe Minded)

Şimdi bazıları buna "entel görünme arzusu" olarak bakabilir, ama en sevdiğiniz kitabı çanta olarak hep yanınızda taşıdığınızı düşünsenize...
Çok güzel be.

You can't judge a book by its cover.

Look Into The Sun (Jethro Tull)


Saturday Morning, originally uploaded by Boy_Wonder.

Hep özenmişimdir önünde oturma yeri olan kocaman pencerelere.

Through The Roof 'n' Underground (Gogol Bordello)

Şu anda yapmak istediğim tek şey, kareli kahverengi battaniyeme sarılarak koltukta büzüşmek, biraz bitki çayı, biraz çikolata ve öylesine bir film izlemek.
Aslında gönlümden geçen 500 Days of Summer. Ah keşke olsa da izleseydim.

Ama babamla yaptığımız ufak çaplı film arşivinde kendime uygun film bulamadım sanırım.
Kubrick havamda değilim, Kurosawa falan hele hiç izleyemem.

Aslında Eternal Sunshine of The Spotless Mind'ı yada Little Miss Sunshine'ı bir kere daha izlemek istiyorum. Yada Everything is Illuminated. Yada Juno. Yada Wristcutters.
Şu an tam olarak bunları izlemek istiyorum.

Sanırım Wristcutters'da karar kılıcam.


And so you learn the only way to go is through the roof

1 Aralık 2009 Salı

Thinking About You (Norah Jones)

Eve dönerken yokuştan iniyorum. Her yer kuru yaprak dolu. Bazıları ezilmiş, bazıları buruk bir şekilde kenarlarını kıvırmış. Kocaman çınar yaprakları da var aralarında, ufacık çiçeklerden kopanlar da.
Ve bunların hepsi, yolun kenarındaki su oluğunda, kendi solgun hayatlarına yaşıyorlar. Tabii buna hayat denirse.

Peki zalim ben ne yaptım?
Sırf hışırtısını çok sevdiğim için bütün bu kuru yaprakların üstüne üstüne gittim. Yolumu değiştirdim, zikzaklar çizdim. Köpeğini gezdiren adam bana kötü kötü baktı. Göz göze geldik. Ben kafamı eğdim, munzur bir çocuk edasıyla dudağımı ısırdım, gülümsedim.

Ben bugün eve dönüşte kuru yapraklara basa basa gittim.


"Yesterday I saw the sun shinin',
And the leaves were fallin' down softly,
My cold hands needed a warm, warm touch,
And I was thinkin' about you."

30 Kasım 2009 Pazartesi

Happy To Hang Around (Travis)

With all its sham, drudgery, and broken dreams,
it is still a beautiful world.
Be cheerful.

Strive to be happy.

Desiderata by Max Ehrmann

Sweetest Thing (U2)

A Silly Poem by Spike Milligan
Said Hamlet to Ophelia,
I'll draw a sketch of thee,
What kind of pencil shall I use?
2B or not 2B?

29 Kasım 2009 Pazar

Fare Thee Well Northumberland (Mark Knopfler)

Facebook şifremi değiştirdik annemle.
1 ocak'a kadar yokum işte Facebook'ta.
Çok da gerekliymiş gibi saçmasapan şeyler yapıyordum zaten, en kötü birkaç kişiyle 1 ay boyunca konuşmamış olucam.
Eh, o kadar da oluversin.

Fare thee well Facebook.

27 Kasım 2009 Cuma

Childhood (Yann Tiersen)

Küçükken babamın bana kocaman bir televizyon kutusu içine yaptığı bir evim vardı. Hatta evimin perdeleri de vardı, annem dikmişti. O zamanlar bir sitede giriş katında oturuyorduk ve penceremin demirlerinin altında çimenlik vardı. Pencerenin ötesinde kıvrılan yol çocuk parkına giderdi. Ben de o televizyon kutusunun içinde, o zamanlar en iyi arkadaşım olan karşı komşumuzla mercimek yemeği yerdim.
Çok net hatırlıyorum bunu ne kadar ilginç.

Çocukluğuma dair anılarımı yavaş yavaş kaybediyor olmam çok üzücü, çünkü belki de en çok hatırlanması gereken şeyleri çocukken yaşadım.


Bir arkadaşımız alerjisi yüzünden yiyemediği yiyecekleri yavaş yavaş yemeye başladı. Karpuz mesela. Bir insanın 16 yaşında ilk defa karpuz yediğini hayal edebiliyor musunuz? Ben büyük ihtimalle ilk karpuzumu 1-2 yaşlarında yedim ve o anı hiç hatırlamıyorum. Ve işin acı tarafı, bu çoğu yiyecek için geçerli bir olgu.

Kim ilk çikolatasını hatırlıyor? İlk çilekli dondurmasını? İlk soslu makarnasını ve ilk yoğurdunu ve ilk pizzasını? Hiçbir şeyin farkında olmadan her şeyi yaptığımız zamanlardan flashbackler görsek keşke. İlk defa denize girişimiz mesela. Ben anlık görüntüler, anlık hisler, anlık tatlar istiyorum. Çocukken zevk aldığım, şaşırdığım, bilmediğim ve sonradan öğrendiğim şeylere ani geri dönüşler.

Hayattan sıkılmamak lazım ve sıkılmadım da.
Ama her şeyi şu tanıdık halinden bir şekilde sıyırmak lazımmış gibi de geliyor.

Ve ben bir televizyon kutusu içinde oturup oyun oynadığımız zamanları açık açık özlüyorum.

Burma Shave (Tom Waits)

Ders çalışamamak.
Öğrenci hastalığı bu.

Mütemadiyen.

26 Kasım 2009 Perşembe

See You Soon (Coldplay)

Şaka maka
biri gelse, şöyle sıkı sıkı sarılsa
ama çok sıkı sarılsa
ve bırakmasa.

Tutsak öyle birbirimizi
Bir kenarda dursak.
Sonra yorgun düşsek
konuşurken uyuyakalsak.
Ama hiç bırakmasak.

Ne güzel olurdu be.


In a bullet proof vest
With the windows all closed
I'll be doing my best
I'll see you soon
In a telescope lens
And when all you want is friends
I'll see you soon

Locomotive Breath (Jethro Tull)


Underwater portrait, originally uploaded by javiy.

Üç senedir orda "hıpp hıpp" yazıyor.

O "hıpp hıpp" ben Fermi'yi yada Jude'u tanımadan önce de yazıyordu.
Fermi yazmıştı, hala da silmedi duruyor.


İşte bu yüzden esmer gofretle kaplanmış bir pamukşeker olduğuna inanıyorum.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Feelin' The Same Way (Norah Jones)

Arkadaşlarını kıran, patavatsız davranan, uyanamayan, geç kalan, düşüncesizce konuşan, bazen kendini çok kaptıran, dikkat etmeyen, dikkat edemeyen, kafası bulanık bir insan oldum ben. Ne zaman oldu onu ben de kaçırmışım.
Tek bildiğim şimdiki halimden hiç memnun olmadığım.

Arada mail atmaya üşendiğim için (aslında hiç üşenmemem gerekirken!!) görüşmediğim ama beni daima anlayışla karşılayan Fermi'den,
Dün sabah uyuyakalıp Twilight'a tek başına gitmesine sebep olduğum Zeynep'ten,
Kafam çok başka yerlerdeyken dinlemeye çalışıp asla tam olarak dinleyemediğim Mahavishnu'dan,
Aramayı unutup "Ee size geliyim mi bari" gibi mesajlar attığım ve buna rağmen bana kızmayan Jude'dan,
Varlığını bile unuttuğum, saçlarının şu anda hangi boyda olduğunu bile bilmediğim Kolombus'tan,
Hiçbir zaman yeterince değer veremediğim Esin'den,
Okulda çok ara sıra karşılaştığım ve ayaküstü sohbetler dışında hiç vakit ayırmadığım Irmak'tan,
Aylardır görmediğim Hazel'den,
Doğumgününü kutlamayı unuttuğum ve partisine gidemediğim Özge'den,
Uzun zamandır düzgün sohbet edemediğim Selen'den,

özür dilerim.

Sanırım hepimizin ufak yuvarlak bir masada oturup avuçlarımızı ısıttığımız kahveler eşliğinde sohbet etmeye ihtiyacı var.


The sun just slipped it's note below my door
And I can't hide beneath my sheets


23 Kasım 2009 Pazartesi

Scarborough Fair (Simon and Garfunkel)


izmir, originally uploaded by nazbescan.

Düşünce baloncuklarının en güzellerinde hep arkadaşlar vardır. Burda bir yerlerde ufak da olsa birşeyleri hak ediyorlar sanki.

İzmir burası. Kocaman bir dönmedolabın tepesinden Naz çekti.
Artık blog kendi halinde bişey olmaktan da çıktı böylelikle. Çok sevgili insanlar ne demişler, çok sevgili insanlar ne fotoğraflar çekmişler... En güzeli bence.

(en kısa zamanda tembelliğimden sıyrılıp uzun yazılarla dönücem, söz)

15 Kasım 2009 Pazar

All Things Must Pass (George Harrison)

Gina: I do now know four things about Reykjavik - Bjork comes from here...
Lawrence: Spassky played Fisher here...Gina: Zips shrink here and it is possible in Reykjavik to have a night of something quite close to love.

We Used To Know (Jethro Tull)
























Fermi'yi sobeledim.

Even The Bad Times Are Good (The Tremeloes)

Kendini kötü hissedenlere, mutsuz olanlara, hayattan ümidi kesenlere dans etmelik, gülümsemelik şarkılar:

Yellow Submarine-The Beatles
Here Comes The Sun-The Beatles
Eight Days A Week-The Beatles
Selfish Jean-Travis
Sing-Travis
Son of a Preacher Man-Dusty Springfield
Sultans of Swing-Dire Straits
Walk of Life-Dire Straits
Blue Suede Shoes-Elvis Presley
Ruby Tuesday-The Rolling Stones
Brown Eyed Girl-Van Morrison
Domino-Van Morrison
We're Gonna Groove-Led Zeppelin
Living Loving Mad-Led Zeppelin

13 Kasım 2009 Cuma

The Painter Song (Norah Jones)


glued sky, originally uploaded by youaremyfave.

Polaroid fotoğrafın renkleri ne güzel ama.

12 Kasım 2009 Perşembe

Something (The Beatles)

Across the Universe'ü açtım kenarda, All My Loving'i dinliyorum. Jude'u gemiye binerken görmüyorum ama arkadan martı sesleri geliyor, dalgaların kıyıya çarpmasını duyabiliyorum.

Biraz ileri alıyorum ve şimdi I Want to Hold Your Hand var. Prudence'u futbol sahasında görmüyorum ama yeşil formalarıyla koşturan futbolcuları ve ponpon kızları hayal edebiliyorum.

Sonra arkadaki Bridget Bardot posteri önünde ot çeken, bira deviren, koltuktan düşen Jude, Maxwell ve diğerlerini görebiliyorum. Merdivenden kayarken "Do you need anybody?" diyişlerini duyuyorum. Artık yorgun düşmüş bir halde With A Little Help From My Friends'i bitiriyorlar.

Anlatmaya başlasak, hepimizin anlatacağı çok şey var. Arka planda çalan şarkılarımızı söylüyoruz ama içini sadece biz doldurabiliyoruz. Her notaya yüklediğimiz ilgisiz anlamlardan çıkarımda bulunabilen sadece biz varız ve herkesin bunu anlayabilmesini bekliyoruz.

Susmak mı lazım, yoksa her şeyi söylemek mi?

Anlamsızlığımın farkındayım. Across the Universe'teki Beatles şarkılarından buralara gelmek falan.. Ama belki de yazılarımın içini ancak kafamda ben doldurabiliyorumdur mesela? Ne biliyim.

Catcher in The Rye'ın sonunda şöyle diyordu:

"Don't ever tell anybody anything. If you do, you start missing everybody."


Kendimle mi çeliştim yoksa?

Sunny Came Home (Shawn Colvin)

Edebiyat dersindeyiz, tasavvuf şiirini işliyoruz. Bilgisayar kullanma konusunda pek de başarılı olmayan Türkçe hocamız sayesinde boş ders yaşıyorum diyebilirim. Gene kısa oldu diye kızıcaksınız, ama olsun.

"Ben bunu dersten yazıyorum" diyebilmenin şahane gururu bu.

Sunny Came Home da ne güzel şarkıdır.

11 Kasım 2009 Çarşamba

When I'm Feeling Blue (Travis)

Şikayet geldi, az yazıyomuşum.

Kısa ve öz olayım derken, işi abartmış olduğum bir gerçek, o yüzden özür diliyorum. Ama şu sıralar ben de ne anlatsam bilemedim. Eve geç gelmekten, fazlasıyla rutinleşmiş okul işlerimden, coğrafya derslerinin beni ne kadar sıktığından bahsedersem sizi pek alakadar etmeyecektir sanırım. O yüzden şu anda neler söylesem diye bilgisayar başında oturup düşünen zavallı biriyim.

Ben yeterince hisleri içinde yaşayan bir insanken, biri benim yerime de mantıklı düşünse mesela?

8 Kasım 2009 Pazar

The Scientist (Coldplay)


dandy dandelion (explored!), originally uploaded by sandy☮.

Kime demiştim ben pufpuf çiçeklerini çok severim diye?


(blog böyle daha iyi oldu, fotoğrafların tamamı gözüküyo en azından. ay lav flickr)

Telephone Call From Istanbul (Tom Waits)

Aniden telefonun kapanması?

Where The Streets Have No Name (U2)

Susam Sokağı'nı da ne izlerdik küçükken.
Hey gidi günler...

Ben hala aşıdan korkan Minik Kuş'u hatırlarım.

7 Kasım 2009 Cumartesi

See The Sun (Dido)

Hidden track'leri bazıları hiç sevmez, ama ben ne demek olduğunu öğrendikten sonra hep çok sevdim.

Bazı şarkıların sonunda "Hiçbişi çalmıyo ki bu" diyip değiştirdiğim sayısız şarkı vardı küçükken. Sonra bir gün öylesine denk geldi See The Sun'da.


the closer you get, the better you see
the closer you are, the more I see
why everyone says that I look happier when you're around
the closer you get, the better I feel.

A Place Where We Used To Live (Mark Knopfler)


Streets of Bergen, originally uploaded by Kristian Pletten.

Ben Norveç'e gitmek istiyorum.

5 Kasım 2009 Perşembe

Somewhere Only We Know (Keane)

Bugün herkeste bir sıkkınlık hali vardı, ne acayip.
Hep beraber valizimizi alıp kaçmaya karar verdik.
Sınıftan çıkıp ilk uçağa atlamak... Artık neresi olursa.
O kadar sıkılmışız yani.

Ama çok da uzağa gitmeye gerek yok:

"Bir misafirliğe gitsem
Bana temiz bir yatak yapsalar
Her şeyi, adımı bile unutup
Uyusam..."

Melih Cevdet Anday

Anyone Else But You (The Moldy Peaches)

Gitarda akorlarıyla çalmasını öğrendiğim ilk parça.
Bugün eve gelirken sessiz sokakta, sanki Kimya Dawson yanımda söylüyormuş gibi dinledim şarkıyı.

Ve sen keşke bizde kalsan ve sabah gitarının sessiz tıngırtılarıyla uyandırsan beni.
Seni gerçekten özlüyorum.


I don't see what anyone can see in anyone else but you.

4 Kasım 2009 Çarşamba

Child of The Moon (The Rolling Stones)


It's the end - Say Cheese!, originally uploaded by Boy_Wonder.

Ama bunlar çok güzel.


(Yeni bir tema resmi arayışı içinde diilim, sadece şeklimi değiştirdim, resmi de ayarlayıp koyucam bir ara.)

Closer (Travis)


All the living people, originally uploaded by cuellar.

Sürekli özlediğim şeyler var.

Dream On (Aerosmith)


Bir ara Martı'yı tekrar okumayı düşünüyorum.

We Might As Well Be Strangers (Keane)

Neden?
Neden yalnızsın?

Neden insanlar sırf yanlarında gezdirmek için bir sevgiliye ihtiyaç duyuyorlar? Neden artık her şey görünüşten ibaret? Neden sözcükler anlamlarını yitirdiler? Neden herkes konuşuyor? Neden rahatsız edici sessizliklerin bile tadına varılabileceğini unuttuk?
Neden yalnızız?

Neden en çok ihtiyacımız olan zamanlarda yanımızda kimseyi bulamıyoruz? Neden anlatamıyoruz? Neden konuşamıyoruz? Neden anlamıyoruz? Neden kabul etmiyoruz? Neden aslında gerçekten ağlamak istediğimizde hormonlarımızı bahane ediyoruz? Neden kaçıyoruz? Neden tam da yalnızlığın huzuruna varmışken yine birilerine ihtiyaç duyuyoruz?

Neden yalnızız?
Ve neden bunu sorguluyoruz ki?

Sunrise (Norah Jones)

Dwayne: I wish I could just sleep until I was eighteen and skip all this crap-high school and everything-just skip it.
Frank: Do you know who Marcel Proust is?
Dwayne: He's the guy you teach.
Frank: Yeah. French writer. Total loser. Never had a real job. Unrequited love affairs. Gay. Spent 20 years writing a book almost no one reads. But he's also probably the greatest writer since Shakespeare. Anyway, he uh... he gets down to the end of his life, and he looks back and decides that all those years he suffered, Those were the best years of his life, 'cause they made him who he was. All those years he was happy? You know, total waste. Didn't learn a thing. So, if you sleep until you're 18... Ah, think of the suffering you're gonna miss. I mean high school? High school-those are your prime suffering years. You don't get better suffering than that.


Little Miss Sunshine'ı bir kez daha izleme vaktimin geldiğini hissedebiliyorum.

3 Kasım 2009 Salı

Tire Swing (Kimya Dawson)


Fermi'lerin sitesinde vardı bundan.

All Along The Watchtower (Bob Dylan)

6 sayfalık coğrafya projemi hazırlamam gerekirken beynimin bloga yazacak şeylerle dolup taşması, ama boş oturduğum bir günde aklıma hiçbir şey gelmemesi beni gerçekten çok üzüyor.

Seni sevmiyorum coğrafya.
Hem de hiç.

Give Me One Reason (Tracy Chapman)

dontcopymystyle'ın da Tracy Chapman sevdiğini öğrendikten sonra, kendisiyle Dil Anlatım sınavımıza doğru ilerlerken başlıktaki şarkıyı mırıldanmaya başladım. Önümüzde, bizimle birlikte sınıfa girmeyen çalışan bir sınıf arkadaşım vardı. Kendisiyle bugüne kadar tek diyaloğumuz şuydu:

-Tüh, senin üstüne kaldı demek bütün o işler *Angie'nin 2 aydır aynı sınıfta olup hiç tanımadığı insanla en azından konuşmuş olma çabaları*
-Evet öyle oldu.

Aynı insan, bugün ben Give Me One Reason'ı söylerken, 2 saniyeliğine arkasını dönüp "Tracy Chapman." dedi.


Böyle anlarda çok şaşırıyorum işte.

1 Kasım 2009 Pazar

All My Loving (The Beatles)

Happy (Tracy Chapman)


Salutation

O generation of the thoroughly smug
and thoroughly uncomfortable,
I have seen fishermen picnicking in the sun,
I have seen them with untidy families,
I have seen their smiles full of teeth
and heard ungainly laughter.
And I am happier than you are,
And they were happier than I am;
And the fish swim in the lake
and do not even own clothing.

Ezra Pound

Love Over Gold (Dire Straits)


All That Is Gold Does Not Glitter

All that is gold does not glitter,
Not all those who wander are lost;
The old that is strong does not wither,
Deep roots are not reached by the frost.
From the ashes a fire shall be woken,
A light from the shadows shall spring;
Renewed shall be blade that was broken,
The crownless again shall be king.

John Ronald Reuel Tolkien


(poemhunter sitesi için Nil'e teşekkürler!)

Clocks (Coldplay)

Burdan J'aime la vie, je fais du velo bloguna sevgilerimi yolluyorum ve haftasonumdan size bir kesit sunuyorum..

Cumartesi sabahı ders çalışmam lazım bahanesiyle 7ye saat kurdum.
Kalkılan saat: 7.40
Bence kısmen başarılı.

Bu sabah da bileşik ezberlicem bahanesiyle önce 7ye saat kurmaya karar verdim, sonra hiç gerçekçi davranmadığımı fark edip saati 8e kurdum.
Kalkılan saat: 8.15
Bence baya başarılı.

Tabii 8.15'e kadar geçen süre zarfında tepesine basmalı ikea saatimin marifetlerini denemeye de çalışmadım değil. Bir kere tepesine basınca 5 dakika erteleyen saate üst üste 4 kere basınca maalesef 20 dakika ertelemiyormuş, 8.00'dan 8.15'e saat 4 kere çalınca anladım.

Sonuç olarak elimde renkli renkli kartlar, kağıtlar, kalemlerle yatakta kimya çalıştım.

CH3COOH acetic acid
hıhı evet.

31 Ekim 2009 Cumartesi

We Can Work It Out (Chris de Burgh)

Chris de Burgh'in bildiğiniz Chris de Burgh olduğu, ama başkalarının şarkılarını coverladığı son albümü Footsteps'i baya beğendim.

Hele Beatles coverları gerçekten güzel.

Bend and Break (Keane)

Ekinezya çayım, kedim ve kitabımla yağmurlu bir cumartesi gününü evde geçiriyorum.

Kitap kimya kitabı olmasa her şey çok güzel olabilirdi.

30 Ekim 2009 Cuma

Nowhere Man (The Beatles)

Hep en sevdiğim heykellerden biri olmuştur.

29 Ekim 2009 Perşembe

The Connection (Travis)

Birilerinin sen ne kadar kaba ve anlamsız konuşsan da söylediklerine değer vermesi ne güzel.

"Is there only one direction
Is there only right from wrong
Got to make the right connection
On my own"

Every Grain of Sand (Bob Dylan)

Fazlasıyla geç kalmış bir yazı bu.

Zamanında Mahavishnu'ya "bloga hiçbişey yazmıycaz, o öyle kalıcak, hiç açmayalım daha iyi" derken şimdi iki blogu aynı anda yürütüp bir de insanlara blog açmaları konusunda teşviklerde bulunuyorum. Garip oldu farkındayım.

Şimdi aslında geçen hafta yazmış olmam gereken bir yazıyı utanarak şimdi yazayım.


Merzifon gibi insanların nereye bağlı olduğunu bilmedikleri bir Amasya ilçesinde bir hafta geçirdim bu insanla. Aynı odada kalıp her sözcükten şarkı üretmesini dinledim mesela.
Yakınlarda bu insan dışardan ufak bir destekle kendi blogunu açtı!

Geçen hafta izleyicilerim arasında tanımadığım bir isimle karşılaşınca fark ettim yeni bir blog olduğunu, ama kime ait olduğunu bilmiyordum ki bana bir mesaj geldi.
"Daha giriş yazım bile yoook!!" konulu mesajla blogun sahibinin kim olduğunu da anlamış oldum.

Şimdi SAT sözcüklerine blogundan çalışıyor, arada çok güzel şarkı sözleri koyuyor, benim gibi kafasını boşaltıyor.


Gülünce çok sevimli olan kıvırkıvırcık bir insan.
Tanısanız çok seversiniz bence.


Bir de foolonthehill var...
Aslında bu sene ÖSS'ye (yada adı değişince nolduğunu bilmediğim o sınava) hazırlanıyor. Hatta sırf bu yüzden "blog işine bu sene girme, bağımlılık yapar bak" gibi söylemlerle onu vazgeçirmeye çalıştım ama o gitti kendine şahane bir blog kurdu.

Şimdilik copy-paste'lerle geçiniyor gerçi, yine de neyi copy-paste edeceğini iyi biliyor.
Herkes gibi, bizim gibi, o da kafasını toparlamak için, öylesine yazıvermek için kurdu blogunu. Bence gayet de güzel oldu.
Şu sıralar onu da pek göremiyorum, ama gördüğümde çok güzel sohbet edebildiğim insanlardan biri.


Beatles'la, şiirle yaşayan bir sonbahar insanı.
Tanısanız çok seversiniz bence.


İşte böyle.


"I hear the ancient footsteps like
the motion of the sea
Sometimes I turn, there's someone there,
other times it's only me."

28 Ekim 2009 Çarşamba

You Can't Always Get What You Want (The Rolling Stones)

İnsanlarla köşe kapmaca oynamayı kesmem lazım.

İnsanlara, hele de en sevdiklerime, kötü davranmayı bırakmam lazım.

Bu kadar sarkastik konuşmamam lazım.

Annemle her seferinde tartışmamam lazım.

Kendi aptal mutsuzluklarımı kendime saklamam lazım.

Şarkıları yüzlerce kere dinleyip anlamlarını kaybetmemem lazım.

Sabah huysuzluklarımı benim için 6da kalkan babama yansıtmamam lazım.

Verdiğim sözleri tutabilmem lazım.

Her şey için kendime kızmayı kesmem lazım.

Değişen saçmasapan hormon seviyelerim yüzünden saçmasapan davranmamam lazım.


Liste çok uzun be.

27 Ekim 2009 Salı

In My Place (Coldplay)

Dürtme içimdeki narı,
Üstümde beyaz gömlek var.

Birhan Keskin

26 Ekim 2009 Pazartesi

I'm Still Here (Tom Waits)

Bişey diycektim ama unuttum.

24 Ekim 2009 Cumartesi

I've Seen It All (Björk)


Selma: But isn't it annoying when they do the last song in the films?
Bill Houston: Why?
Selma: Because you just know when it goes really big... and the camera goes like out of the roof... and you just know it's going to end. I hate that. I would leave just after the next to last song... and the film would just go on forever.

Bugün Dancer in the Dark'ı bitirdim.
Bitti.
Bir anda, ben daha az önceki sahneden kendimi toparlayamamışken bitti.


Görme yetisini her geçen gün biraz daha kaybeden Selma adlı Çek bir kadın, çocuğunda da aynı hastalıktan olduğu için ve çocuğu da bir gün artık göremeyeceği için ameliyat parası biriktirmeye çalışıyor. Filmde her şey birbirine o kadar bağlı ki, bence daha fazlasını anlatmak olmaz.

Lars von Trier'in kendi yazdığı ve çektiği bir müzikal Dancer in the Dark. Selma'yı Björk oynuyor, söylenen şarkıları da zaten Björk bestelemiş. Belki Thom Yorke'la beraber söyledikleri şarkıyı da biliyorsunuzdur. "I have seen it all" diye başlayan hani...


Filmde kendini acı çekmekten kurtarmak isterken Selma bir müzikalde olduğunu düşlüyor çünkü "In a musical, nothing dreadful ever happens."

Sırf şu söz bile filmi düşününce o kadar ironik ki...