22 Aralık 2010 Çarşamba

Please Mr Postman (The Marvelettes)

Postacı apartmana gelen zarfları genelde dış kapının ferfoje demirleri arasına sıkıştırır.
Bu akşam eve döndüğümde bankalardan ve türk telekomdan gelen onlarca postanın arasında üç tane mektup vardı bana.
Bir tanesi Fermi'den gelmişti. Diğerleri de Urfa'dan.

Söylemedi demeyin, hayatında hiç mektup almamış olan varsa hayatını şu an eksik yaşıyor.

21 Aralık 2010 Salı

Mavi Kuş ile Küçük Kız (Teoman)

çünkü karanlık oda çok huzurlu, biraz da çocuksu belki.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Once Upon a Time There Was an Ocean (Paul Simon)

Fotoğrafçının biyometrik fotoğrafımdan 10x15 boyutunda magnet yapıp bana hediye etmesi beni çok düşündürdü. Kaçak göçmen gibi çıktığım bir vesikalığı buzdolabında herkese sergileyeceğime mi inandı bilmiyorum. Üstelik biyometriklerde normalde silinmeyen sivilcelerimi yok etmek için uğraşmış adamcağız. Sırf magnet olucak, biz de buzdolabına asıcaz diye.

Gerçi asmadık mı? Astık. Çünkü bizim aile pek munzur. Umut Sarıkaya karikatürleri ve çıplak kadınları aynı karede buluşturmamızdan sonra yine eğlenmelik bişeyler düşünüyoruz. Ben bir süre Dali bıyığı istedim, en azından daha iyisini düşünene kadar o bize yeter gibi geldi.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Cat's In The Cradle (Johnny Cash)

Kedi bana yanaşıp kendini sevdirmek mi istiyor, yoksa laptop'un sıcağına mı geliyor, bazen emin olamıyorum.

Winter Lady (Leonard Cohen)

Şuraya yazılanların hepsini melankoliye vurmayın rica ediyorum. Bir nevi "bilinç akışı" bunlar. Bilinç akışı yazarken de ilk önce a'ya basamadım 'bilinç kışı' yazdı. Ne acayip söz oyunları var.
Hava da baya soğuk.
Ne diyordum?
Hava soğuk dedim de ben mutsuz değilim. Olmuyor öyle metaforları birleştirip dostça çıkarımlar yapmak. Kırmızı atkım var benim, henüz kaybolmadı, kışı mutlu geçiriyoruz biz kendisiyle.

Sensiz Olmaz (Bülent Ortaçgil)

Kimsin bilmiyorum ama,
Sen istediğin havada gel,
Vazgeçmek nasılsa mümkün olmaz.

12 Aralık 2010 Pazar

Keep Breathing (Ingrid Michaelson)

Mavi yatak örtümle bir bütünüz artık. Kedimle aramı düzeltip annemle bozmayı başardım bir anda. Evde karnabahar olması beni mutsuz ederken, akşam turuncusu saat 5te mor olmaya başlıyor. En uzun gece dediğine az kaldı, tesellim o da benim. Aynı anda beş kitap okuyup hepsinden maksimum verim alma çabalarım son hızla devam ediyor tabii. Kedi olmak vardı söyleminin de sonuna dek arkasındayım. Ayrıca pikabımız bozuldu, plakların son şarkılarında hep takılıyor. Hayatımdaki her şeyi sembollere ve metaforlara vurursam bu da benim psikolojik halimin bir yansıması olabilir çünkü bende tekrar hastalığı var. An geliyor evren bana şaka yapıyormuş gibi hissediyorum, her şey mi üst üste gelir diyorum, bütün detaylar var ortada, dejavular çağrışımlar havada uçuyor.


"Existence is a state of interdependence: everything depends on everything else. There is no hierarchy, nobody is lower and nobody is higher. Existence is a communion, an eternal love affair." yazıyor dersane sokağında bir yerin camında.


Gel de inançlı olma şimdi.
Tanrı'ya inanmıyorum ama bir güç var.

Clocks (Coldplay)

Herkesle birlikte beni de yılbaşı telaşı sardı da şunu fark ettim,
termosta sıcak birşeylerim olsa, battaniyem olsa, etraf karanlık şehir ışıl ışıl olsa, bir de arkadaşlarım olsa etrafta, ben çimenlere uzanıp 10dan geriye sayabilirim.

2 Aralık 2010 Perşembe

Nothing Brings Me Down (Emiliana Torrini)

"I'm not sure that I have a soul. I wouldn't know a soul if I saw one."
Disgrace-J.M. Coetzee

December (Regina Spektor)

"Bugün 1 Aralık!" dedim, garipsediler.
1 Aralık neydi ki, ne önemi vardı, ha dündü ha bugündü. Yılbaşına 30 gün, en uzun geceye daha az, matematik sınavına birkaç gün kalmıştı. Kimsenin doğumgünü değildi, kutlama yapılmazdı. Çarşamba da özelliksiz bir gündü, haftanın ortası, yedi günü üç baştan üç sondan paylaştırsan dışarıda kalacak zavallı olandı. Ama hayır aslında o Perşembeydi, hepsi benim hesap hatamdı. Sonra bugün 'tadı kaçmış' bir edebiyat sınavıyla başlamıştı, nesi güzeldi ki?

Halbuki ben çok inanmıştım, kendimize kutlayacak bir şey yaratabilirdik. Bugün 1 Kasım da olabilirdi, 1 Haziran da, ama bize 1 Aralık düşüvermişti. Elimizde o vardı kullanacak, şaşıracak, sevinecek, ödevleri son güne bırakacak, uykusuz kalacak, çok çay içecek, bol bol çikolata yiyecek.

Şimdi ayın 2sine sevinmek de olmaz, ay bile başlangıcı değil.

19 Kasım 2010 Cuma

Quizz Kid (Jethro Tull)



Sokakta gördüğüm çocuklara, köpekli çantalarına ve oynadıkları köpeklere daha az ilgi göstersem de olur sanırım. Nasılsa "on çocuk doğurup kaş'a yerleşicem" diyen ben değilim.

Ces Petites Riens (Stacey Kent)

rivayete göre, frizbiyi yakaladığımda yüzümde çok mutlu bir ifade oluveriyormuş.

11 Kasım 2010 Perşembe

Think It Over (Buddy Holly)

"When all else fails, philosophize."

8 Kasım 2010 Pazartesi

Little Kids (Kings of Convenience)

Düşünmeye ihtiyacı olduğunda yürüyüşe çıkanlardandım ben de. En kötü minibüsten erken inip yolumu uzatırdım. Hala da yapıyorum gerçi, geçmiş zamana gerek yok. Bugün yine düşünmeye ihtiyacım vardı, aynı zamanda 36lık pozumu bitirmiştim ve fotoğrafları merak ediyordum. O yüzden atölyeye gittim, ipodumu taktım, Quiet is the New  Loud albümünü açtım ve kimyasalları siyah, ışık geçirmeyen kaba boşalttım.
Son şarkıya geldiğimde kapağını inanılmaz sıkı kapattığım kabı açmayı başardım, içinden filmi çıkardım ve fotoğraflara baktım. Hem kimyasallar hem de filmle yaşadığım talihsizlikler yüzünden filmin bir kısmı yanmış, ama geriye güzel fotoğraflar kalmış yine de.

Şimdi bu kadar anlattım diye merak ediyorsunuz belki, düşünmene yardımcı oldu mu bari diye.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Landslide (Stacey Kent)

Artık vapurlardan da atlamaya başladım,
sonumuz hayırlısı.

31 Ekim 2010 Pazar

Wild Horses (The Rolling Stones)

A Sunday Smile (Beirut)

Evren çağrılarıma cevap veriyor gibi.
36lık poz bitirmem lazım bir ara; kıyamadığım fotoğraflar, karanlık odadaki halini hayal etmeye çalıştığım kareler var. Sonra izlediğim güzel konserler, günümü güzel kılan insanlar var.
Her şeyi hafiften yerli yerine oturttum gibi. Bazı şeyleri telafi etmeye çalışıyorum, bol bol telefon ediyorum insanlara, mektuplarımı yazıyorum, kitaplarımı okuyorum, kupalarca çay içip onları masamda biriktiriyorum yine.
Ya da mesela, akşamdan saatleri geri almayı unutup yeni güne çok erken başlıyorum. İlk önce pişmanlık duyuyorum ama niye ki, bir saatim daha var her şeyi toparlamak için, mutfak masasında sohbet etmeye, gazeteyi uzun uzun okumaya, güneşli serin günden faydalanmaya vaktim var.

Bu aralar evren beni omuzlarımdan tutup bana bağırıyor, mutsuz olma diyor, her şey güzel diyor, ben de gülümseyerek cevap veriyorum. Sonra kırmızı atkımı doluyorum boynuma, çıkıyorum evden ve Beşiktaş motoruna binerken ne şanslıyım, kenarda oturacak yerler var. Dalgalar sıçrıyor arada kenara doğru, bir adam hafiften ıslanıyor, ben Beirut dinliyorum, huzurumu gözlerimi kısarak paylaşıyorum evrenle, diyorum ki her şey iyi oldu sen merak etme.

21 Ekim 2010 Perşembe

All Things Must Pass (George Harrison)

Son zamanlarda pek kendimde olmadığımı fark edip kendime dönmeye karar verdim.
Çok kızdım aslında bana, nasıl oldu bu hale geldim diye düşünüp sorguladım. Hani olur ya bazen kendini bir yerde bulursun ve oraya nasıl yada neden geldiğinden pek emin değilsindir. Biraz öyle oldu sanırım. Geçen haftayı kafam dolu geçirdim. Sebeplerim vardı kendimce, açıklama gereği hissetmediğim konular ve sıkıntılar mesela. Arkadaşlarımdan uzaklaştım, annemden uzaklaştım, çok kafam karıştı, çok ihmal ettim, çok başkaydım, düşünemedim.
D. dedi ki geçenlerde, erkeklerin sorunu ne istediklerini bilmemeleri, kızların sorunu da istedikleri şeyin onlara iyi gelip gelmeyeceğini kestirememeleri.
Hak vermemem mümkün değil, çünkü tam olarak da bunu yaşadım son bir haftada. Kendim gibi konuşmadım hiç, pek tanıyamadım işte kendimi, sonra evren de bana iyi davranmadı. Ama anlaşma yaptık hep birlikte. En kısa zamanda telafisini bekliyorum her şeyin. All Things Must Pass'i defalarca dinleyip uyuduktan sonra kendimi daha iyi hissettiğim doğru (ve bugün yediğim iki meyveli yoğurtun da etkisi olduğuna inanıyorum) ama hala bir şeyler var bir yerlerde.
Ben hiçbir şey olmamış gibi davranma halime geri döndüm bile.
Evet döndüm.

7 Ekim 2010 Perşembe

Mimi (Lin-Hai)



Şimdi söyleyin, kedi kadar estetik başka bir canlı var mı?

28 Eylül 2010 Salı

Cold Water (Damien Rice)

Mektuplarımı zamanında atabilirsem çok memnun olucam ama yaklaşık bir aydır Amerika'ya, Urfa'ya, oraya buraya atacak bir sürü mektubum birikti. Sahafları dolaşıp bunu da atarım zarfın içine diyorum, Amerikan üniversitelerinin herkese gönderip 'siz özelsiniz' dediği broşürlere iki kez bakıyorum belki enteresan bir şey vardır o da girer zarfın içine diye. Bu aralar yine kendimleyim, Damien Rice dinleyip halime üzülüyorum, sonra bakıyorum ertesi gün derste karanlık odaya girmişiz yine mutluyum.
Aslında bu aralar çok şey düşünüyorum, günler çabuk geçiyor. Yine kafam dolu geziyorum, bir olayın ortasında o an kaybolmak istiyorum ya da bir anda odadan çıkmak istiyorum, ama kimse gelmesin peşimden beni bana bıraksınlar.

Güzel fotoğraflar çekeyim, ne kadar kural varsa hiçbirine uymasın çünkü benim beceriksizliğim olsun o, ama yine güzel çıksın istiyorum kareler. Sonra birileri gelsin, karşıma otursun mutfak masasında birer çay içelim. Ben örgü örmeyi öğreneyim bu kış, güzel günaydın mesajları alayım, annem olmadan kekler pişireyim, lezzetli olsun ama.

İstiyorum ki yeni insanlar gelsin, sohbet etmeye hani.

26 Eylül 2010 Pazar

Happiness Is A Warm Gun (The Beatles)


The Beatles 1967- 1970, originally uploaded by Nepue.

Bugün ilk Beatles plağımı aldım.
ve artık mutluluğun resmini kabiliyetsiz olsam da çizerim.

En güzel şarkıları alıp bir plağa sıkıştırmışlar işte. Dinliyorsun, her şarkıda daha çok gülümsemeye başlıyorsun, kafanı dayıyorsun bir yerlere, sana ve öğrenciliğine acıyıp plakları çok ucuza bırakan adama teşekkür ediyorsun.

Come Downstairs and Say Hello (Guster)

Sahaf festivalinin kitap yığınları arasındaki boşluğa gözünü dayayıp etrafı gözetleyen küçük çocuk,

23 Eylül 2010 Perşembe

That's The Way (Led Zeppelin)

"When I was in college, my roommate had a little jade plant. And she actually named it Robert. Robert Plant."

16 Eylül 2010 Perşembe

One Picture (Peter Bradley Adams)

Bugün ilk defa karanlık odaya girdim.
Hani fotoğrafları basarsınız ya.
Negatifleri kağıda aktardıktan sonra kimyasal bir suyun içine koyuyorsunuz ve sonra çok büyüleyici bir şey oluyor.

Bembeyaz kağıdın içinden bir yüz beliriyor mesela, bakıyorsun siyahlar ve beyazlar yavaş yavaş oturuyor yerlerine.

dinle.

13 Eylül 2010 Pazartesi

She Said She Said (The Beatles)

Yılın ilk ingilizce dersindeyiz, herkes kendini tanıtıyor.

ben: Well, I love Star Wars and I love The Beatles.
mr hummel: Thank you!! 

Bunu dedi ve alkışlamaya başladı.
öhöm.

12 Eylül 2010 Pazar

Up or Down (Jefferson Airplane)

Ben yine Çağla'nın fotoğrafını çaldım.
Ama çok huzur veriyor napıyım.

Olmalı mı Olmamalı mı (Bülent Ortaçgil)

"Bilmeli mi bilmemeli mi
Yoksa hiç öğrenmemeli mi
Ama ben öğrenmezsem
Hiç olamam ki"


dinle.

11 Eylül 2010 Cumartesi

Enjoy The Silence (Tori Amos)

"The silence grew deeper, so deep that if you listened carefully you might very well catch the sound of the earth revolving on its axis."


dinle.

Down to Earth (Thomas Newman)

Toy Story 3'ün sonunda kurtulamayacaklar galiba demiştim kendi kendime.
Happy Feet'te ağlamaklı olmuştum.
WALL-E'de de aynı şey oldu bugün.

Bence artık animasyon filmlerin kötü bitmeyeceğini öğrenmem gerekiyor.

dinle.

10 Eylül 2010 Cuma

Take It Easy (Eagles)

Kitaplarımı kaldırıp "Whoa, this is heavy!" diyince göndermeyi anlayacak insanları bekliyorum buraya.


dinle.

Passing Afternoon (Iron & Wine)

Karadağ'dan neden bahsetmedim bilmiyorum. Üşengeçliğime denk geldi sanırım. Yada çektiğim fotoğraflardan pek memnun kalmayışıma, annemle aramızın bozulmasına, seyahat arkadaşlarımızdan sıkılmama da bağlayabiliriz durumu. Ama lafı da çok uzatmak istemiyorum hani. Karadağ iyiydi, değişikti. İnsanları çok sevecendi, herkes gülümsüyordu, herkes güzeldi. Kaldığımız yer küçük Ege kasabalarına benziyordu, insanlar sabah erkenden kalkıyor bira içmeye başlıyor balık tutuyorlardı. Gençler atletik, yaşlılar göbekliydi. Herkes mutluydu yada bana öyle geldi, bilemem.

Patlıcan diyorlardı, çay diyorlardı, burek diyorlardı, haydi diye çağırıyorlardı insanları, Sırpça (yada Karadağca) konuşan babama ilgi gösteriyorlardı, yadırgamıyorlardı sanki onların dillerini konuşabiliyor olmasını. Rahatlardı, kiralık arabayı havaalanına bırakın biz alırız diyebilecek kadar mesela.

Ne biliyim işte. Eski şehirler, tarihi sokaklar, muazzam büyüklükte ulusal parklar, nilüfer kaplı göller, bize incir ikram eden yaşlı teyzeler, iyi niyetli ev sahipleri vardı. Virajlı yollarda nerdeyse tam daire tur atarken kulağımda Beirut çaldı. Telefonum kapalıydı, internetim sınırlıydı, 70 cent'e bir kupa çay alabildiğiniz sevimli kafede "Jedan crna cay" demeyi öğrendikten sonra onlarca çay sipariş edip internetlerini kullandım.
Kotor'daki eski şehirde iki yüksek taburenin üstünde Simon and Garfunkel söyleyen adamları dinledim, şansıma Wish You Were Here'ı bile çaldılar, herkes yarım litrelik biralarına gömülmüş olaydan habersizken ben meydanın ortasında eski bir bina duvarına dayanıp onlara eşlik ettim.
Bir sürü yıldız gördüm gökyüzünde, ormanın içinden gelen çekirge sesiyle birlikte onları izledim, uykuma yenik düştüm. Hamakta sallanırken Bülent Ortaçgil ve Teoman'ın konser kaydını dinledim, gülümsedim konuşmalarına, utandım biraz kendimden yıllardır Bülent Ortaçgil'i dinlemeyi unuttuğum için. Özlemişim çünkü.

Tiril tiril elbiselerin içinde kitap okumanın ve denize karşı Kings of Convenience dinlemenin zevkini bir de yabancı bir ülkede çıkarmış oldum. Sabahları ekmek ve elmalı tart aldığımız ufak fırındaki müşterilerle yapılan günlük konuşmalara, babamın bana yaptığı ufak çevirilere, annemin düşersin'lerine, odamıza giderken bize delicesine havlayan sevimli köpeğin öfkesine alıştım.

Bugün babam durdu, Karadağ'ı özledim aslında dedi. En çok Cetinje'yi özlemiş. Orda bulduğumuz pizzacıda bizle sohbet eden garson Marko gelmişti aslında benim de aklıma. Annem de sessiz sakin kasabamızı, Prcanj'yi özlemiş. Ben nereyi özlediğime karar veremedim, eski Kotor dedim. Neresini özledin peki, diye sordu babam. Bilmem dedim.
Ama sanırım yeşil panjurlu evlerini ve nereye çıktığını bilmediğim dar sokaklarını özledim.








New Shoes (Paolo Nutini)

Her şeye yeniden başlamayı kendime hak görüyorum.
Çünkü turuncu ayakkabılarım var artık.

hey, I put some new shoes on,
and suddenly everything is right.

dinle.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

You're Gonna Make Me Lonesome (Madeleine Peyroux)

"Forty years ago The Beatles asked the world a simple question. They wanted to know where all the lonely people came from."


dinle.

Whatever Gets You Through The Day (The Radio)


, originally uploaded by (cloudnine).

Sonunda tatile çıkıyorum.
Yarın Karadağ'a gidiyoruz.
Evet, hani eskiden Sırbistan-Karadağ olan Karadağ'a.
Deniz kenarında ufak bir kasabada kalıcaz.
Araba kiraladık gezmek için.
Hırvatistan'a geçmeyi planlıyoruz mesela.
12 gün sonra burdayım.

Ve şey, babam Sırpça konuşabiliyormuş.

8 Ağustos 2010 Pazar

Hammer To Fall (Queen)



"Maybe we like the pain. Maybe we're wired that way. Because without it, I don't know; maybe we just wouldn't feel real. What's that saying? Why do I keep hitting myself with a hammer? Because it feels so good when I stop."


Meredith Grey

Sleepwalking Convict (Silence 4)

5 buçuk.

Cosy In The Rocket (Psapp)

Dün gece çok şey oldu.

Uzun zamandır Grey's Anatomy izlemediğimi fark edip ilk sezondan tekrar başladım. Bir diziyi bu kadar özlemiş olduğumu düşünmezdim gerçi, ama her anı yavaş yavaş hatırladıkça, birileri sarkastik yorumlarla konuşup göndermeler yapınca, ister istemez gülümsedim. Müziklerini bile çok özlemişim. Sonra şunu fark ettim, basit bir doktor dizisinden aklımda çok şey kalmış ve ben her bölümün içindeki voiceoverlardan çok şey öğrenmişim.

Beşinci bölümden sonra koltukta uyuklamaya başlayınca yatmaya gittim, ama odamda kocaman bir kelebek vardı.
Tamam dedim, hallederiz.
Ama halledemedim, çünkü saat 4'e geliyordu.
Kelebek odadan çıkmayınca ben de pikemi ve yastıklarımı aldım, annemin yeni aldığı portatif minderimsi yatağı da kaptım salona gittim.
Kelebekle yaşadığımız aksiyondan kaynaklanıyor olsa gerek, uyku tutmadı. Ben de biraz daha Grey's Anatomy izlemeye karar verdim. Saat 5 olmuştu, televizyonu kapattım. Dışarıda güzel bir hava vardı, ben de meraklıydım tabii, acaba şu an kaç evde ışık yanıyor diye, balkona çıktım, birkaç fotoğraf çektim, 5 buçukta da yerdeki yatağıma geri döndüm.

"Ama bu kız salonda yatmış?!" nidaları eşliğinde sabah 10 buçukta uyandım.

6 Ağustos 2010 Cuma

Call Me Up In Dreamland (Van Morrison)

Celine: I still feel that way sometimes. Like I'm looking back on my life. Like my waking life is her memories.
Jesse: Exactly. I heard that Tim Leary said as he was dying that he was looking forward to the moment when his body was dead but his brain was still alive. You know they say that there's still six to twelve minutes of brain activity after everything else is shutdown. And a second of dream consciousness, right, well, that's infinitely longer than a waking second. You know what I'm saying?
Celine: Oh, yeah, definitely. For example, I wake up and it is 10:12, and then I go back to sleep and I have those long, intricate, beautiful dreams that seem to last for hours, and then I wake up and it's ... 10:13.
Jesse: Exactly. So then six to twelve minutes of brain activity, I mean, that could be your whole life. You are that woman looking back over everything.

That's Life (Frank Sinatra)

"My grandpa used to say that things never work out like you think they will, but that's what makes life interesting, and that makes sense."

Kafka on the Shore, Haruki Murakami

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Cuckoo Is a Pretty Bird (Bob Dylan)


Açıklık getirmek için söylüyorum:
Guguguk diye öten her kuş guguk kuşu değildir.
Bunlar kumru.



Pink (Aerosmith)


Her şeye rağmen,
seni yine de seviyorum fotoğrafa giren pembe tişörtlü adam.

3 Ağustos 2010 Salı

Eleanor Rigby (The Beatles)

"In ancient times people weren't simply male or female, but one of three types: male/male, male/female or female/female. In other words, each person was made out of the components of two people. Everyone was happy with this arrangment and never really gave it much thought. But then God took a knife and cut everyone in half, right down the middle. So after that the world was divided just into male and female, the upshot being that people spend their time running around trying to locate their missing half."


Kafka on the Shore, Haruki Murakami

Distant Camera (Neil Young)

Eski albümlerde bazı fotoğraflar var, binayı çekmek istemişiz önümüzden bir adam geçmiş. Yan yan kameraya bakmış bir de. 1996'dan falan bahsediyorum burda.
Ne biliyim, aklıma takıldı.
Acaba o fotoğraflara son anda dahil olan insanlar şimdi nerede napıyolar?

1 Ağustos 2010 Pazar

Blessed (Simon and Garfunkel)

Birkaç gün önce Teoman Amca'nın Kadıköy'deki ufacık dükkanına tamire götürmüştük pikabımızı. Hani şu bozuk olmasından çok şikayet ettiğim. Hemen tamir edemeyebilirim dedi adam, tamam dedik, numaramızı bıraktık çıktık. Dün babam aradı öğleden sonra, pikap tamir edilmiş ama tek başıma gidip alamam, senle gideriz pazartesi günü dedi, olur dedim, acelesi yok nasılsa.

Eve geldiğimde radyodan haber dinliyordu annemle babam. Sonra ben elimi yıkamaya gittim, hava da çok sıcaktı, yüzüme su çarptım. Sonra içeriden müzik çalmaya başladı. Annem gülüyordu, babam sus sus diyordu anneme.
İçeri koştum, salonda çalan pikabı, kenarında yanan ufak sarı lambasını ve pikabı koklayan kediyi gördüm.
Oturduk başına biraz Rod Stewart dinledik. Yavaş birşeyler aç dedi babam, Sounds of Silence'ı koydum. Birlikte söyledik şarkıların bir kısmını, ben cızırdayan plaklara hayranlıkla baktım, "bunca yıldır bu aleti sehpa niyetine dekoratif olarak kullanan aklınıza şaşayım" dedim, babam kahkaha attı. Love Over Gold'u taktım sonra, salonda o döndü biraz.

Bilmiyorum biliyor musunuz ama, iğneyi plağın kenarına bıraktıktan sonra, şarkı başlamadan önce boşluktan çıkan o cısırcısır sesi çok güzel çok huzurlu.

23 Temmuz 2010 Cuma

Ice Ice Baby (Vanilla Ice)

Mado kutularından çıkan buzları suya atıp buharlaşmalarını izlerdim. Her yer duman olurdu. Annem kızardı. Sis var sis, derdim. Gülerdi.
Eve gene dondurma gelmiş, ben buzları suya attım.
Bu sefer karışanım olmadı.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Wedding Dress Song (Frank Zappa)

Ankara'ya kuzenimin düğününe giderken yaptığımız yolculuk benim Eskişehir'den dönüşüm kadar hüzünlü değildi merak etmeyin.

Yolda benzinimiz bitti, çünkü gittiğimiz benzin istasyonunda benzin bitmişti. Annem bütün yol babama söylendi, benden "anı ölümsüzleştirmemi" istedi ve artık depoya bidondan benzin koyarken "thumbs-up" işareti yapan annemin fotoğrafları var.

Ankara'da da şansımıza Avrupa Bisiklet Şampiyonası varmış, üç takımla aynı otelde kalıyorduk. Otelin çevresindeki bütün yolları kapattıkları için otele ulaşmamız bir buçuk saat sürdü. Oteli uzaktan görüp yanına gidememek çok acı vericiydi mesela. Takımları da görseniz, herkes sportif, herkes atletik. Bisiklete doğru düzgün binmeyi bilmeyen ben için hüzünlü anlardı bunlar.

Akşamki düğün de normal bir düğünden daha eğlenceli değildi. Babamla dans ettim, göbek attım, sıkıldım, uykum geldi, mızmızlandım ve düğün fotoğrafçılığı oynadım. Sanırım gerçek düğün fotoğrafçısı benden nefret etti.

Bu kocaman (ama gerçekten kocaman) bir Trabzon ekmeği heykeli.
Kuzenim kızı Defne. Artık ona Aysel Gürel diyorlar.
Havuz başındaki Belçika takımı.

Get Out Of Town (Ella Fitzgerald)

Otobüste tek kişilik koltukta ilk defa seyahat ediyorum. Dışarıyı izlemesi keyifli, yanında rahatsız edeceğim kimse yok. Eskişehir'in sararmış buğday tarlalarından çıkarken Ankara yolunda gördüğümüz ayçiçeği tarlalarıyla karşılaşmak istiyorum. Bir nevi veda gibi.

Otobüs sarımtırak sıcak bir havada ilerliyor, hafif piyano melodileri ve güzel bir kitap eşliğinde. Kitap çok sürükleyici, hiç bırakasım yok. Arada yolu izlemek için kafamı kaldırıyorum, manzara pek değişmemiş, kilometrelerce tarlayı geride bırakıyoruz işte.

Uyuyakalmışım bir ara, hızlanan müzikle uyanıyorum. Güneş iyice terletmiş beni, kitabım kucağıma düşmüş, manzara yine benzer. Saate bakıyorum biraz da korkarak, çok mu uyudum, çok mu yolculuk kaçırdım, ya keyfine varamazsam? Neyse ki sadece birkaç şarkı sürmüş otobüs uykum.

Muavin soruyor "meyvesuyukolaçaykahve?"
Nerde okumuştum ben bunu, hakkaten de birleşik bir cümle halinde soruyor adam ne içmek istediğimi.
Çay lütfen diyorum, beni tanısan sormazdın bile, bilirdin çay olacağını. Herkes bilir çünkü benim tercihimin çaydan yana olacağını.

Kitaba devam ediyorum, yolu izliyorum, müziğim güzel, çayımın birazını çizgili tişörtüme döküyorum. Annem çıkarır diyorum kendi kendime, hepimiz öyle diyoruz ya zaten.

Kitap okurken tabelaları kaçırıyorum, nerdeyiz anlayamıyorum önce. Ufak bir şehir merkezindeyiz. Etrafta nerede olduğumuzu belirtecek bir şey arıyorum. Bilmemne Bozüyük Şubesi diyor, rahatlıyorum.

Birkaç saat daha yol gidiyoruz. Mola yerine gelmeliyiz artık, çok çay içtim çünkü. Aslında biraz da üşeniyorum, çantamı ve fotoğraf makinasını otobüste bırakamam ya, onları yanıma almam lazım, çantam da benden büyük. İniyorum neyse aşağıya, yemek söylüyorum kendime, iki kişilik bir masaya geçiyorum sonra. Kınıyorum yanda oturan kadını, tek kişiyken dört kişilik masa işgal edilir mi, ayıp diyorum içimden.

Sakarya'ya yaklaşmışız belli. Lokumların, kestane şekerlerinin, pişmaniyelerin etiketi ele veriyor işte.

Yavaş yavaş hava kararıyor, zaten bulutlar da gri, güneşin hiç şansı yok. Otobüsün devasa ön camına çarpan yağmur damlalarını görüp seviniyorum önce, belki sağanak başlar da camda damla yarıştırırım diyorum, olmuyor öyle. Hava kasvetli, akşam olmuş artık, ben de kitabıma gömülüyorum.

Kitap kitap demişken, The Handmaid's Tale'ı okuyorum şu sıralar. "A man is just a woman's strategy for making other women" kısmını okurken kitabı bana ödünç veren Ms. Lajam geliyor aklıma, gülüyorum durduk yere, otobüste, onca yabancının arasında, hiç de utanmıyorum bu arada.

Daha çok yol gidiyoruz, ama benim keyfim yerinde. Söz vermiştim kendime, iyice akşam olunca kitabı bırakıcaktım, dışarıyı izleyecektim sadece. Kulağımda en güzel müzikler. Şu bölüm de bitsin diyorum, erteliyorum planlarımı, daha yolumuz uzun. Aslında yol uzun falan değil, topu topu 1 buçuk saat kalmış İstanbul'a. İzmit'ten geçiriyoruz, gündüz gözüyle hiç de güzel gözükmeyen fabrikaların ihtişamına yanıyorum. Her şey ışıl ışıl. Aklıma İzmir fuarındaki lunapark geliyor bir anlığına.

Artık hava da karardı ya, akşam oldu ya şimdi, düşünmeye başlıyorum. Karaltımı görüyorum camdan, elimi kenara dayamışım, aşağı kulaklıklarım sarkıyor, kucağımda eski bir kitap. Yine kendimle hesaplaşmaya başlıyorum, son zamanlarda başıma gelenleri düşünüyorum, sarf ettiğim cümleleri, özlediğim insanları, gittiğim ama ait hissedemediğim yerleri. Çekilen fotoğraflar geliyor gözümün önüne, gülümsemelerimiz, kucaklaşmalarımız, aylar sonra cümle içinde söylendiğinde herkesi kahkahalara boğacak tekil sözcükler. Gece yarısı içtiğim kahveleri düşünüyorum, uykusuz kalmak için çabalamalarımı, bazen de uykuya teslim oluşlarımı hatırlıyorum. Çiçekli yastıklarım ve renkli bir pikem var böyle akşamlar için.

Özlediklerim var, şeyler ve insanlar. Uyduruk webcamlerden gördüğüm ya da denk getirip sesini bile duyamadıklarım var mesela. Hepsi teker teker geliyor aklıma, hüzünleniyorum biraz. Shuffle da hiç yardımcı olmuyor sağolsun, şarkıların ortasında fark ediyorum birşeyleri, gülümsüyorum. Evren dediğimiz şeye duyduğum minnet mi yoksa hafiften bir öfke mi onu da bilmiyorum, kalbimi kırdı ama. Mesaj atıyorum birkaç kişiye, şarkılar kimin için geldiyse onlara işte.

Aklıma geldikçe içim gidiyor, ne düşünsem bilmiyorum, biri bana gelse bir soru sorsa cevabı ne, kestiremiyorum. Diyorum ki kendi kendime, oysa ben yalnızlığımda çok mutluydum, tek kişilik koltuğum çok huzurluydu. Bıraksanız bir beş saat daha seyahat edebilirdim ben öyle. Otobüsün beyaz ışıkları büyüyü bozmadan kendime gelmek istiyorum. İstanbul'a varınca, şarkım yarım kalacak diye korkuyorum.

Ne oluyorsa, akşam vaktinde oluyor zaten.
Perfect Day'i yarıda kesiyorum.

16 Temmuz 2010 Cuma

It's Oh So Quiet (Björk)


Herkes bir yerlere gitti, beni bu çirkin şehirde bıraktı desem,
İstanbul'a haksızlık etmiş olurum.
Ama şimdi doğruya doğru,
Herkes beni bu "çirkin" şehirde bıraktı.

The Stranger Song (Leonard Cohen)

başkalarının fotoğraflarını çekerken çok tedirgin oluyorum


Haftanın Sonu (Pinhani)

Urfa'dan döndüğümde ne kadar şanslı olduğumu düşünüyordum; 9 kardeşi olan çocuklarla tanışmış, babam beni liseye göndermeyecek diyen kızların karşısında çaresiz kalmıştım. Fırsatlarımın bolluğunu düşündükçe içim acımıştı. Her şeyi yapamamaktan, kıymetini bilmemekten, yeterince özen gösterememekten korkmuştum.

Şimdi ise suçlu hissediyorum.
Fotoğraflara baktıkça hatırladıklarım, öğrendiğim bir iki Kürtçe kelime, çektiğimiz halaylar ve gördüğüm en samimi, en içten insanlar.

Vedalaşırken onlara ne desem boştu sanırım.




We'll Let You Know (Morrissey)

Her şey çok huzurlu ve.. ıslaktı.
Fermi'nin Bourbon Street yağmurluğu.
"Limonlusu da var"

Bebek'ten Kuruçeşme'ye kadar bizimle birlikte yürüyen köpek.
Boğaz'a karşı Lisa Ekdahl.
işte bunları kaçırdınız.
dahası da var gerçi.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Give Me That Slow Knowing Smile (Lisa Ekdahl)

En güzeli,
Huzur hissinin ulaştığı en tarifsiz an,
Hep yabancılarla paylaştığım tebessümlerdir.

24 Haziran 2010 Perşembe

Wind of Change (Scorpions)

"Look we've all been searching for the five doppelgangers, right? But eventually, over time, we all become our own doppelgangers, you know, these completely different people who just happen to look like us."

16 Haziran 2010 Çarşamba

Beautiful Bluebird (Neil Young)

there's a bluebird in my heart that
wants to get out
but I'm too clever, I only let him out
at night sometimes
when everybody's asleep.
I say, I know that you're there,
so don't be
sad.
then I put him back,
but he's singing a little
in there, I haven't quite let him
die
and we sleep together like
that
with our
secret pact
and it's nice enough to
make a man
weep, but I don't
weep, do
you?



Charles Bukowski

14 Haziran 2010 Pazartesi

You Are The Everything (R.E.M)

Arkada demlenen çay, masaya yaydığım Türkiye haritalarımla birlikte uzun ve uykusuz bir gece geçirmem için.
Uzun yazlık elbisem "şafak bilmemkaç" dediğim yaz tatilim için.
Elimin altında duran tobleron ise birazcık mutluluk hormonu için.

Her şeye az kaldı.
Her şeye.

Crossroads (Tom Waits)

İnsan usul usul ölmek için gelir dünyaya
Başlar her gün biraz daha insan olmaya
Ve ölürken usul usul ne tuhaf;
Aşık olur, kedi besler, isim verir eşyaya.

Metin Altıok

Don't Know Why (Norah Jones)

Hep en önemli sorular cevapsız kalır zaten.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Scenic World (Beirut)

Fotoğrafı çeken kişi olmaktan büyük hüzün duyduğunuz bazı fotoğraflar vardır.

Do You Know What It Means To Miss New Orleans (Louis Armstrong)

Bazı şeyler özlenmeye mahkumdur.
Saç bukleleri, ufak benler, dudaktaki bir kıvrım ve gülücükler mesela.

Artık rengi solmuş eski tişörtler ve kimden geldiği hatırlanmaya hediyeler odanın etrafına saçılmış, sokak gece 3'ün sessizliğine bürünmüş ve telefon çalmayı saatler önce bırakmış ise, özlenmeye mahkum şeyler hatırlanmaya da mahkumdur.

Biggest Mistake (The Rolling Stones)

Bazen öyle günler gelir ki, aylar öncesinde yaptığım korkunç yanlışlar yine aklıma gelir.
Otobüs beklerken ne kadar aptallık ettiğimi düşünürüm.
Vapurda birden çocukça davrandığımı fark ederim.
Eve dönene kadar, yollarda, sokaklarda, kendimi sorgularım.


Hiçbir hata asla yalnız bırakmaz beni.
Ne fena.

11 Haziran 2010 Cuma

Moonchild (King Crimson)























She's a moonchild 
Gathering the flowers in a garden. 

Georgia on My Mind (Eric Clapton&Steve Winwood)

Çok radikal değişikliklere gittim, fark etmişsinizdir.
"Artık böyle" demek istemiyorum aslında, sırf denemek için yaptım bazı şeyleri.
Templatelerle uğraşmaktan sıkılmıştım, o yüzden blogger'ın kendi yaptıklarına dadandım azıcık.
Ad konusu ise öylesine.
Artık yaz geldiğine göre daha sık yazabilirim sanırım.
Evet, yazabilirim.
yazabilir miyim?



En önemlisi ama:
Bu pazar Eric Clapton ve Steve Winwood var.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Hallelujah (Jeff Buckley)

Cemal Süreya soyadındaki ikinci y harfini bir iddia sonucu kaybetmiş ya mesela,
biri gelse,
iddiaya girsek,
bütün adımı, bütün ben'i alsa gitse,
geriye sade biri kalsa.

6 Haziran 2010 Pazar

She Came In Through The Bathroom Window (The Beatles)

Yıllardır sırf banyo keyfim bozulmasın diye Psycho izlemeyi reddediyorum.

First We Take Manhattan (Cookies n Bears)

Finaller geldi
Ben yine kedim ve odayı işgal eden kitaplarla birlikte bol su ve çaya sığınmış bulunuyorum.

son 48 saatini ya masada ya da çantanın içinde geçiren kedim.

sol tarafınızda birikmiş çay kupaları, sağ tarafınızda bir hesap makinesi, müsvedde kağıtlar ve arkalarda gözüken bir tuvalet kağıdı rulosu var.

adeta bir nazi kampı.

ve duman masayı işgal etmese her şey daha kolay olabilirdi mesela.

5 Haziran 2010 Cumartesi

You've Got A Friend In Me (Randy Newman)

Radyoda çalan Caddelerde Rüzgar'ı duyduktan sonra "Bütün Denizli yolunda size bunu dinletmiştim dimi?" dedim. 
Annem tebessümle karşılık verdi.
Babam "Neyse ki sadece buna takmamıştın." diyip tabağına biraz daha salata koydu.


"Toy Story'nin de kasedi vardı."


packed you some extra pair of shoes and your angry eyes just in case.

Dreamers Ball (Queen)

Bazen öyle bir an geliyor ki, 
balkona çıkıp boş arsada futbol maçı yapan çocuklara tezahürat yapmak istiyorum.
Ama bazen de
(hele de şu sıralar)
toplarını kesesim var.

3 Haziran 2010 Perşembe

Take It With Me (Tom Waits)

Bazen ben de diyorum ki birileri benim cümlelerimi de tamamlasa, hep nokta koymak gerekmese, suskun kalmak çok konuşmak anlamına gelse, bakıp söylesek bişeyleri, şiirlerim havada kalmasa, 'garip hissediyorum' desem ve 'orhan veli de garipti' dese birileri, köpük bardakları kemirmesem ve bütün çilekli dondurmalar güzel olsa.

"Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik."

2 Haziran 2010 Çarşamba

Ballad of a Thin Man (Bob Dylan)

Açıkhava'da yerimize geçmiş konserin başlamasını bekliyorduk.
Yanımızda oturan orta yaşlı iki çiftin üstünde eski turnelerden tişörtler vardı.
"Sana birşey sormak istiyoruz. Bob Dylan'ı neden seviyorsun?"
"Bilmem, Beatles'ı neden seviyorsam o yüzden heralde"
"Ama nasıl sevebilirsin ki, daha çok gençsin!"
"Bob Dylan dinlemek için bir yaş sınırı var mı?"
Güldüler.


Sonra bir tanesi cevap verdi:
"Ne sandın, en azından elli olman gerekiyor."

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Stairway to Boredom ('O' Level)

Sınfın ortasında "SIKILDIM!" diye bağırdıktan sonra bikaç kişiden "BEN DE!" tepkisini almak rahatlatıcı mı yoksa bu "kolektif sıkılganlık" bizi öldürecek mi, karar veremedim.

Lazy Flies (Beck)

Sanırım ya kısa kısa yazdıklarıma daha çok özen göstermem ya da Çağla Büyükkoç (http://caglabuyukkoc.blogspot.com/) stili yazmaya başlamam gerekecek. Ne olursa olsun blogu fazla ihmal ettiğimin ben de farkındayım. Hiçbir şey yazmama konusunda muazzam başarısızlıklar gösterdiğim zamanlarda bile en azından fotoğraf koyar gönül alırdım, artık onu da yapmıyorum.
Üşengeçliğimin sınırlarını zorluyorum.


Örneğin coğrafya ya da matematik çalışmak istemeyen bir insan olarak Google sayesinde pacman'i tekrar hatırladım. Google'dan pacman kalktı ve ben hala başka sitelere girip pacman oynuyorum. İyi oynasam hadi neyse, ilk levelda kesin bir canım gidiyor. İkinci levelda ya ölüyorum ya da bir can daha kaybediyorum. Üçüncü level'a çıkmışlığım o kadar az ki, kendi kendime "Neden pacman?" sorusunu sormadan duramıyorum doğrusu.


Ne demiştim, üşengeçliğimin sınırlarını zorluyorum.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Happiness Runs (Donovan)

Gecenin bir yarısı, güzel bir konserden evinize dönüyorsunuzdur ve arabanın arka koltuğunda oturan dostunuz kafasıyla radyoyu işaret eder. Ses kısıktır, notaları çıkaramazsınız önce. Ama kısa sürede radyoda çalanın (tam da köprüyü geçerken üstelik) Wish You Were Here olduğunu fark edersiniz. Gülümseyip sesi açarsınız ve usulca şarkıya eşlik edersiniz. 


Mutluğun resmi çizilmez, ama mutluluk tarif edilebilir.
Happiness runs in a circular motion

7 Mayıs 2010 Cuma

Speak The Word (Tracy Chapman)

Feriye Sineması'nda Yeni Sinema Hareketi adıyla başlayan, Türk filmlerini izleyebileceğiniz, bazı seanslarda yönetmenlerle tanışabileceğiniz iki hafta vardı. Bu hafta son haftası, ben de ucundan köşesinden yakaladım, annem ve haftalar önce aldığım biletlerimle (bkz Rainbow Warrior yazısındaki Ortaköy'e yürüme kısmı) sinemaya gittim.


Film yorumları olsun istemiyorum burada, ama söylemezsem de olmaz. İlk önce İki Dil Bir Bavul'u izledik. Yeni mezun bir öğretmenin Siverek'te bir Kürt köyüne atanmasını anlatan bir belgesel yapım. Anadilde eğitim konusuyla ilgili güzel bir söyleşi de oldu arkasından.


Daha güzeli, daha da hevesle beklediğim, tabii ki de Hayat Var'dı. 
En sevdiğim yönetmenlerden Reha Erdem'in söyleşisini kaçırsam kahrolurdum zaten (daha önce olmadı değil; festivalde öğle seansında vardı, zamanında bi de istanbul'da olmadığım bir gün akbank sanat'ta vardı, kahpe kader.) Reha Erdem sempatik, rahat, içten bir şekilde soruları cevapladı. Gergin değildi kimse, herkes gülümsüyordu. O kadar ağır ve sarsıcı bir filmden çıkmış olmasına rağmen, izleyici mutluydu.
Olmamak pek de mümkün değildi hani.
Söyleşi bir noktada Türk sinemasına gösterilen ilgiye, izlenen filmlere gelince, yorum yapmaktan alamadım kendimi ve Recep İvedik gibi filmlerle yetişen nesillerin festivallerde ödül alan filmlere "entel" diyip geçmesine, Hayat Var gibi bir filmi izlemeyi hiç düşünmemesine değindim. 
Korkuyorum dedim, 17 yaşındayım ve yaşıtlarım arasında sinemayı  eğlenceden öte bir şey olarak gören çok az kişi var etrafta. 
Korkma diye cevap verdi, 100 kişinin arasında sen varsın ya mesela.


Yanına gittiğimde, kendi kendime çırpınarak verdiğim mücadelelerin boş olmadığını gösterdi bugün bana Reha Erdem. 
Elini sıktım, teşekkür ettim. 
Teşekkür etti.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Imagine (John Lennon)

Bazı konularda fazla hassasım.
Bu inkar edebileceğim bir durum değil. Bana gelip homoseksüellik hastalıktır ya da İkinci Dünya Savaşı'nda öldürülen Yahudilere üzülmüyorum derseniz, kendimi tutamam.
Yıllar yılı hep birileriyle tartıştım bu konular yüzünden. Faşistliğe giden aşırı milliyetçilikleriyle insanlar beni deli ettikçe, ben de kendimi kaybettim, sinirime asla hakim olamadım.
Yanlış düşünüyorsunuz dedim onlara, nasıl böyle düşünebilirsiniz ki? Karşıma kişisel görüşüyle çıkıp neyi değiştirecek ki benim böyle düşünmem diye konuşan insanları asla anlamadım. İçinde yaşadıkları, nefret suçları işleyen, ayrımcılık yapan toplumun onlar gibi bireylerden oluştuğunu ve onların da düşüncelerinin önemli olduğunu asla anlatamadım onlara.
İşte bu yüzden, yıllar yılı, hep tartıştım. Hep kendini tüketen ben oldum, çünkü içimde her zaman şu inanca sahiptim: Eğer bir kişinin düşüncesini iyi yönde değiştirebilirseniz, o da başkalarını etkiler.
Ve halka devam eder.
Asla bireylerin gücünü küçümsemedim ve küçümseyemem de. Toplumların bütününü değiştirmek amacını (hayalini demek daha doğru olacaktır) güdüyorsanız eğer; bir yerlerde ufak da olsa bir fark yaratmak istiyorsanız, milyonlardan başlayamazsınız. Önce bir, sonra on, sonra da belki elli olur etkilediklerinizin sayısı.
İnsanların kafasına sadece üstüne düşünebilecek bir şey yerleştirseniz bile, başarabilmişsinizdir.


Benim derdim hep bu oldu.
Hep bu yüzden sesim yükseldi, hep bu yüzden kendimi kaybettim tartışmalarda. İnsanlar bana deli gözüyle baktılar, çünkü onlar için her şeyi fazla abartıyordum. Saatler boyunca aynı konuda tartışmam anlamsızdı, çünkü hiçbir şey değişmeyecekti.
Ben yine de umudumu kaybetmedim.
Hala söylediklerimi duyup kafasında birtakım şeyleri yerli yerine oturtan, kendine yeni sorular sormaya başlayan, düşündüklerini gözden geçiren insanlar olduğu umuduna sahibim. Bir toplumu tek gecede (hatta on yılda bile) değiştiremezseniz. Kalabalıkları ikna etmek zaten benim işim değil. Ama yanımdaki adam en ilkel, en basit düşünce biçimiyle "kendisi" gibi olmayanı ötekileştiriyorsa, dışlıyorsa, yok sayıyorsa, üzgünüm ama kendimi tutmam mümkün değil.
Bazılarınız hala beni anlamıyorsunuz, biliyorum. Boşuna çaba gösterdiğimi düşünenlerinizin sayısı oldukça fazla. Ama ben nedenini bilmediğimiz savaşların, takibini kaybettiğimiz politik mücadelelerin gölgesinde geçen bir gelecek istemiyorum. O geleceği yaşayacak olduğumuz gerçeğine rağmen, istemiyorum.


Birileriyle tartışıyorum, çünkü herkes olaylara başka açılardan bakabilir.
Benim üstüme düşen ve elimden gelen bu.




sanırım daha klasik bir başlık bulamazdım, ama en çok içime bu sindi.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Please, Please, Please Let Me Get What I Want (She & Him)

Bence dünya hiç adil değil.
Bir insan hem masmavi güzel gözlere sahip olup, hem de güzel sesli olmamalı.
Şahane şarkı söylüyorsa, en azından The Beatles ve The Smiths cover'ı yaparken çirkin duyulmalı.
İnsana kahkül çok yakışıyorsa, gülüşünde bozukluk olmalı en azından.
Diyorum işte, hiç adil değil.
Her şey de aynı insana verilmez ki canım.


Seni nasıl kıskanıyorum bir bilsen Zooey Deschanel.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Promises Like Pie Crust (Carla Bruni)

Promise me no promises,
So will I not promise you:
Keep we both our liberties,
Never false and never true:
Let us hold the die uncast,
Free to come as free to go:
For I cannot know your past,
And of mine what can you know?

You, so warm, may once have been
Warmer towards another one:
I, so cold, may once have seen
Sunlight, once have felt the sun:
Who shall show us if it was
Thus indeed in time of old?
Fades the image from the glass,
And the fortune is not told.

If you promised, you might grieve
For lost liberty again:
If I promised, I believe
I should fret to break the chain.
Let us be the friends we were,
Nothing more but nothing less:
Many thrive on frugal fare
Who would perish of excess.

Christina Rossetti

29 Nisan 2010 Perşembe

Wisdom Teeth (Frank Turner)

20 yaş dişlerine İngilizce'de wisdom teeth, Korece'de çocukluktan çıkıp yaşanan ilk aşkın acısını anlatmak için Sa-rang-nee yani love teeth, Japonca'da çocuklar ailelerinden ayrıldıktan sonra bu dişleri çıkıyor diye Oyashirazu yani unknown to the parents, Endonezya dilinde bütün diğer dişlerden geç "büyüdüğü" için gigi bungsu yani youngest child deniyomuş.

Ben dün 20 yaş dişlerimden birini çektirdim.

24 Nisan 2010 Cumartesi

Looney Balloon (The Kinks)


The Flying Machine, originally uploaded by Boy_Wonder.

The world's spinning round like a looney balloon
Heading for a collision with saturn and mars
And we're narrowly missing the man in the moon,
Spinning out of control crashing into the stars.
Have we all lost our gravity, reason and sanity?
Is this the price that we pay?
Have we now lost our way on this looney balloon?