10 Eylül 2010 Cuma

Passing Afternoon (Iron & Wine)

Karadağ'dan neden bahsetmedim bilmiyorum. Üşengeçliğime denk geldi sanırım. Yada çektiğim fotoğraflardan pek memnun kalmayışıma, annemle aramızın bozulmasına, seyahat arkadaşlarımızdan sıkılmama da bağlayabiliriz durumu. Ama lafı da çok uzatmak istemiyorum hani. Karadağ iyiydi, değişikti. İnsanları çok sevecendi, herkes gülümsüyordu, herkes güzeldi. Kaldığımız yer küçük Ege kasabalarına benziyordu, insanlar sabah erkenden kalkıyor bira içmeye başlıyor balık tutuyorlardı. Gençler atletik, yaşlılar göbekliydi. Herkes mutluydu yada bana öyle geldi, bilemem.

Patlıcan diyorlardı, çay diyorlardı, burek diyorlardı, haydi diye çağırıyorlardı insanları, Sırpça (yada Karadağca) konuşan babama ilgi gösteriyorlardı, yadırgamıyorlardı sanki onların dillerini konuşabiliyor olmasını. Rahatlardı, kiralık arabayı havaalanına bırakın biz alırız diyebilecek kadar mesela.

Ne biliyim işte. Eski şehirler, tarihi sokaklar, muazzam büyüklükte ulusal parklar, nilüfer kaplı göller, bize incir ikram eden yaşlı teyzeler, iyi niyetli ev sahipleri vardı. Virajlı yollarda nerdeyse tam daire tur atarken kulağımda Beirut çaldı. Telefonum kapalıydı, internetim sınırlıydı, 70 cent'e bir kupa çay alabildiğiniz sevimli kafede "Jedan crna cay" demeyi öğrendikten sonra onlarca çay sipariş edip internetlerini kullandım.
Kotor'daki eski şehirde iki yüksek taburenin üstünde Simon and Garfunkel söyleyen adamları dinledim, şansıma Wish You Were Here'ı bile çaldılar, herkes yarım litrelik biralarına gömülmüş olaydan habersizken ben meydanın ortasında eski bir bina duvarına dayanıp onlara eşlik ettim.
Bir sürü yıldız gördüm gökyüzünde, ormanın içinden gelen çekirge sesiyle birlikte onları izledim, uykuma yenik düştüm. Hamakta sallanırken Bülent Ortaçgil ve Teoman'ın konser kaydını dinledim, gülümsedim konuşmalarına, utandım biraz kendimden yıllardır Bülent Ortaçgil'i dinlemeyi unuttuğum için. Özlemişim çünkü.

Tiril tiril elbiselerin içinde kitap okumanın ve denize karşı Kings of Convenience dinlemenin zevkini bir de yabancı bir ülkede çıkarmış oldum. Sabahları ekmek ve elmalı tart aldığımız ufak fırındaki müşterilerle yapılan günlük konuşmalara, babamın bana yaptığı ufak çevirilere, annemin düşersin'lerine, odamıza giderken bize delicesine havlayan sevimli köpeğin öfkesine alıştım.

Bugün babam durdu, Karadağ'ı özledim aslında dedi. En çok Cetinje'yi özlemiş. Orda bulduğumuz pizzacıda bizle sohbet eden garson Marko gelmişti aslında benim de aklıma. Annem de sessiz sakin kasabamızı, Prcanj'yi özlemiş. Ben nereyi özlediğime karar veremedim, eski Kotor dedim. Neresini özledin peki, diye sordu babam. Bilmem dedim.
Ama sanırım yeşil panjurlu evlerini ve nereye çıktığını bilmediğim dar sokaklarını özledim.








Hiç yorum yok: