23 Temmuz 2010 Cuma

Ice Ice Baby (Vanilla Ice)

Mado kutularından çıkan buzları suya atıp buharlaşmalarını izlerdim. Her yer duman olurdu. Annem kızardı. Sis var sis, derdim. Gülerdi.
Eve gene dondurma gelmiş, ben buzları suya attım.
Bu sefer karışanım olmadı.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Wedding Dress Song (Frank Zappa)

Ankara'ya kuzenimin düğününe giderken yaptığımız yolculuk benim Eskişehir'den dönüşüm kadar hüzünlü değildi merak etmeyin.

Yolda benzinimiz bitti, çünkü gittiğimiz benzin istasyonunda benzin bitmişti. Annem bütün yol babama söylendi, benden "anı ölümsüzleştirmemi" istedi ve artık depoya bidondan benzin koyarken "thumbs-up" işareti yapan annemin fotoğrafları var.

Ankara'da da şansımıza Avrupa Bisiklet Şampiyonası varmış, üç takımla aynı otelde kalıyorduk. Otelin çevresindeki bütün yolları kapattıkları için otele ulaşmamız bir buçuk saat sürdü. Oteli uzaktan görüp yanına gidememek çok acı vericiydi mesela. Takımları da görseniz, herkes sportif, herkes atletik. Bisiklete doğru düzgün binmeyi bilmeyen ben için hüzünlü anlardı bunlar.

Akşamki düğün de normal bir düğünden daha eğlenceli değildi. Babamla dans ettim, göbek attım, sıkıldım, uykum geldi, mızmızlandım ve düğün fotoğrafçılığı oynadım. Sanırım gerçek düğün fotoğrafçısı benden nefret etti.

Bu kocaman (ama gerçekten kocaman) bir Trabzon ekmeği heykeli.
Kuzenim kızı Defne. Artık ona Aysel Gürel diyorlar.
Havuz başındaki Belçika takımı.

Get Out Of Town (Ella Fitzgerald)

Otobüste tek kişilik koltukta ilk defa seyahat ediyorum. Dışarıyı izlemesi keyifli, yanında rahatsız edeceğim kimse yok. Eskişehir'in sararmış buğday tarlalarından çıkarken Ankara yolunda gördüğümüz ayçiçeği tarlalarıyla karşılaşmak istiyorum. Bir nevi veda gibi.

Otobüs sarımtırak sıcak bir havada ilerliyor, hafif piyano melodileri ve güzel bir kitap eşliğinde. Kitap çok sürükleyici, hiç bırakasım yok. Arada yolu izlemek için kafamı kaldırıyorum, manzara pek değişmemiş, kilometrelerce tarlayı geride bırakıyoruz işte.

Uyuyakalmışım bir ara, hızlanan müzikle uyanıyorum. Güneş iyice terletmiş beni, kitabım kucağıma düşmüş, manzara yine benzer. Saate bakıyorum biraz da korkarak, çok mu uyudum, çok mu yolculuk kaçırdım, ya keyfine varamazsam? Neyse ki sadece birkaç şarkı sürmüş otobüs uykum.

Muavin soruyor "meyvesuyukolaçaykahve?"
Nerde okumuştum ben bunu, hakkaten de birleşik bir cümle halinde soruyor adam ne içmek istediğimi.
Çay lütfen diyorum, beni tanısan sormazdın bile, bilirdin çay olacağını. Herkes bilir çünkü benim tercihimin çaydan yana olacağını.

Kitaba devam ediyorum, yolu izliyorum, müziğim güzel, çayımın birazını çizgili tişörtüme döküyorum. Annem çıkarır diyorum kendi kendime, hepimiz öyle diyoruz ya zaten.

Kitap okurken tabelaları kaçırıyorum, nerdeyiz anlayamıyorum önce. Ufak bir şehir merkezindeyiz. Etrafta nerede olduğumuzu belirtecek bir şey arıyorum. Bilmemne Bozüyük Şubesi diyor, rahatlıyorum.

Birkaç saat daha yol gidiyoruz. Mola yerine gelmeliyiz artık, çok çay içtim çünkü. Aslında biraz da üşeniyorum, çantamı ve fotoğraf makinasını otobüste bırakamam ya, onları yanıma almam lazım, çantam da benden büyük. İniyorum neyse aşağıya, yemek söylüyorum kendime, iki kişilik bir masaya geçiyorum sonra. Kınıyorum yanda oturan kadını, tek kişiyken dört kişilik masa işgal edilir mi, ayıp diyorum içimden.

Sakarya'ya yaklaşmışız belli. Lokumların, kestane şekerlerinin, pişmaniyelerin etiketi ele veriyor işte.

Yavaş yavaş hava kararıyor, zaten bulutlar da gri, güneşin hiç şansı yok. Otobüsün devasa ön camına çarpan yağmur damlalarını görüp seviniyorum önce, belki sağanak başlar da camda damla yarıştırırım diyorum, olmuyor öyle. Hava kasvetli, akşam olmuş artık, ben de kitabıma gömülüyorum.

Kitap kitap demişken, The Handmaid's Tale'ı okuyorum şu sıralar. "A man is just a woman's strategy for making other women" kısmını okurken kitabı bana ödünç veren Ms. Lajam geliyor aklıma, gülüyorum durduk yere, otobüste, onca yabancının arasında, hiç de utanmıyorum bu arada.

Daha çok yol gidiyoruz, ama benim keyfim yerinde. Söz vermiştim kendime, iyice akşam olunca kitabı bırakıcaktım, dışarıyı izleyecektim sadece. Kulağımda en güzel müzikler. Şu bölüm de bitsin diyorum, erteliyorum planlarımı, daha yolumuz uzun. Aslında yol uzun falan değil, topu topu 1 buçuk saat kalmış İstanbul'a. İzmit'ten geçiriyoruz, gündüz gözüyle hiç de güzel gözükmeyen fabrikaların ihtişamına yanıyorum. Her şey ışıl ışıl. Aklıma İzmir fuarındaki lunapark geliyor bir anlığına.

Artık hava da karardı ya, akşam oldu ya şimdi, düşünmeye başlıyorum. Karaltımı görüyorum camdan, elimi kenara dayamışım, aşağı kulaklıklarım sarkıyor, kucağımda eski bir kitap. Yine kendimle hesaplaşmaya başlıyorum, son zamanlarda başıma gelenleri düşünüyorum, sarf ettiğim cümleleri, özlediğim insanları, gittiğim ama ait hissedemediğim yerleri. Çekilen fotoğraflar geliyor gözümün önüne, gülümsemelerimiz, kucaklaşmalarımız, aylar sonra cümle içinde söylendiğinde herkesi kahkahalara boğacak tekil sözcükler. Gece yarısı içtiğim kahveleri düşünüyorum, uykusuz kalmak için çabalamalarımı, bazen de uykuya teslim oluşlarımı hatırlıyorum. Çiçekli yastıklarım ve renkli bir pikem var böyle akşamlar için.

Özlediklerim var, şeyler ve insanlar. Uyduruk webcamlerden gördüğüm ya da denk getirip sesini bile duyamadıklarım var mesela. Hepsi teker teker geliyor aklıma, hüzünleniyorum biraz. Shuffle da hiç yardımcı olmuyor sağolsun, şarkıların ortasında fark ediyorum birşeyleri, gülümsüyorum. Evren dediğimiz şeye duyduğum minnet mi yoksa hafiften bir öfke mi onu da bilmiyorum, kalbimi kırdı ama. Mesaj atıyorum birkaç kişiye, şarkılar kimin için geldiyse onlara işte.

Aklıma geldikçe içim gidiyor, ne düşünsem bilmiyorum, biri bana gelse bir soru sorsa cevabı ne, kestiremiyorum. Diyorum ki kendi kendime, oysa ben yalnızlığımda çok mutluydum, tek kişilik koltuğum çok huzurluydu. Bıraksanız bir beş saat daha seyahat edebilirdim ben öyle. Otobüsün beyaz ışıkları büyüyü bozmadan kendime gelmek istiyorum. İstanbul'a varınca, şarkım yarım kalacak diye korkuyorum.

Ne oluyorsa, akşam vaktinde oluyor zaten.
Perfect Day'i yarıda kesiyorum.

16 Temmuz 2010 Cuma

It's Oh So Quiet (Björk)


Herkes bir yerlere gitti, beni bu çirkin şehirde bıraktı desem,
İstanbul'a haksızlık etmiş olurum.
Ama şimdi doğruya doğru,
Herkes beni bu "çirkin" şehirde bıraktı.

The Stranger Song (Leonard Cohen)

başkalarının fotoğraflarını çekerken çok tedirgin oluyorum


Haftanın Sonu (Pinhani)

Urfa'dan döndüğümde ne kadar şanslı olduğumu düşünüyordum; 9 kardeşi olan çocuklarla tanışmış, babam beni liseye göndermeyecek diyen kızların karşısında çaresiz kalmıştım. Fırsatlarımın bolluğunu düşündükçe içim acımıştı. Her şeyi yapamamaktan, kıymetini bilmemekten, yeterince özen gösterememekten korkmuştum.

Şimdi ise suçlu hissediyorum.
Fotoğraflara baktıkça hatırladıklarım, öğrendiğim bir iki Kürtçe kelime, çektiğimiz halaylar ve gördüğüm en samimi, en içten insanlar.

Vedalaşırken onlara ne desem boştu sanırım.




We'll Let You Know (Morrissey)

Her şey çok huzurlu ve.. ıslaktı.
Fermi'nin Bourbon Street yağmurluğu.
"Limonlusu da var"

Bebek'ten Kuruçeşme'ye kadar bizimle birlikte yürüyen köpek.
Boğaz'a karşı Lisa Ekdahl.
işte bunları kaçırdınız.
dahası da var gerçi.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Give Me That Slow Knowing Smile (Lisa Ekdahl)

En güzeli,
Huzur hissinin ulaştığı en tarifsiz an,
Hep yabancılarla paylaştığım tebessümlerdir.