22 Ocak 2010 Cuma

The Boxer (Simon and Garfunkel)

Hani küçük müzik kutuları vardır, kolu çevirdikçe şarkı çalar.
Sadece onları satan bir dükkan yok mudur ki mesela?
Benim istediğim ufacık bir kutu.

21 Ocak 2010 Perşembe

Exit Music (Radiohead)

İyi haber: Uzun zamandır bir müzik sorunu vardı, onu da hallettim.
Kötü haber: Mixpod'dan Grooveshark'a geçtim, daha iyi böyle, ama listeyi en baştan tekrar yapmam gerekiyor. Tatil sonuna kadar hepsini eklemiş olurum heralde.

Bi de blogger'ın taslak halinde olan Pages özelliğini kullanmaya başladım, bakın yukarda Exit Music yazıyor. Artık müzikler orda.

Böyle işte.
Çok teknik bi yazı oldu ama olsun artık napalım.

20 Ocak 2010 Çarşamba

Borderline (Chris de Burgh)

Hani kar yağdığında ağaçların, evlerin yada heykellerin tek tarafı kar tutar ya, işte ben onu çok seviyorum.

Wrapping Paper (Cream)

Aslında eskiye dair, çok küçük olduğum zamanlardan kalma hatırladığım görüntüler var. Bunlar film gibi akmıyorlar belki, ama anlık şeyler hatırlıyorum.
Mesela 1 yada 2inci yaş günümde annemle buzdolabının önünde durup pastaya baktığımızı hatırlıyorum. Çikolata kaplı olsa gerek, çünkü kahverengiydi sanki.

Her şeyi hatırlasak?
Ya da her şeyi unutsak?
Hangisi daha iyi ki?

How happy is the blameless vestal's lot!
The world forgetting, by the world forgot
Eternal sunshine of the spotless mind!
Each pray'r accepted, and each wish resign'd.

Late In The Evening (Simon and Garfunkel)

Kar yağmasının en güzel yanı gökyüzünün buruk bir beyaza dönmesi.
Ya da tepesi ponponlu şapkalarla dolaşırken arabaların üstlerine el izleri bırakabilmek.
Soğuktan gelip evde battaniyeye sarılıp uyumak da güzel tabii.
Öf.
Seçemedim ki ben.

19 Ocak 2010 Salı

Sarı Gelin ( )

Çok net hatırlıyorum 3 sene öncesini. Dersaneden çıkmıştım, annemler beni almaya gelmişlerdi. Arabaya coşkulu bir merhabayla girip susturulmuştum, radyoda ne zaman önemli bir olay geçse hep susturulurdum zaten. Bozulmuştum aslında biraz da. O akşam sohbet edesim, neşelenesim vardı.
Noldu diye sordum.
Şşş.. dedi babam bana.
Ben de onlarla birlikte radyoyu dinlemeye başladım.
Hrant Dink'ten söz ediyorlardı, Agos Gazetesi'nden, cinayetten, Ermeni olmasından ve kaçan katilinden.
Hrant Dink kim bilmiyordum doğrusu.
Bugün Mahavishnu da onu söyledi; kim olduğunu ancak öldürüldükten sonra öğrendik. Çok acı değil mi?

Sonraki günleri Ogün Samast'ın yakalanması haberleriyle geçirdim. Dersanedeki hocalar aralarında ne kadar genç olduğundan bahsediyorlardı. Kaç yaşındaydı ki? 17? 18?
Adli tıp raporundan sonra yaşının "küçük" olduğunu kesinleşince bir anda O.S olmuştu Ogün Samast. O.S jandarma karakolunda kahramanca pozlar da vermişti. O.S krallar gibi ağırlanmış, hep el üstünde tutulmuştu.
Neden?
Bir Ermeni yazarı öldürdüğü için.

Üzerinden üç yıl geçmiş, fark edememişim zamanın ne kadar çabuk aktığını.
Aklımdan tarihler uçup gitmiş olsa da, Hrant Dink'in yazdıklarını, onun hakkında söylenenleri hala hatırlıyorum.
Ve en üzücüsü, en yaralayıcısı olan "güvercin tedirginliği" yazısını hatırlıyorum, ölümünden birkaç gün sonra okumuştum. Şöyle diyordu:

"Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce."

10 Ocak 2007, Agos Gazetesi



Bu seneki yürüyüş bildirilerinde "Hrant bize her şeyden önce onurlu bir kardeşlik ideali bıraktı" denilmiş. Tek umudum bir gün, bir yerde, bu bahsedilen kardeşlik idealinin bir idealden çok gerçek olduğunu görmek.
Tek umudum gerçekten bu.

17 Ocak 2010 Pazar

Bizarre Love Triangle (Frente)

Birinin yazdıklarını her okuduğunuzda sanki aynı kişiymişsiniz gibi hissettiğiniz oldu mu hiç?
Ne biliyim, mandalinanın zarlarını ayırıp ortasını yemek gibi bir sürü saçma şeyi oturup anlatan bir insan gibi düşünün.
Aynıyız biz demez misiniz?
Sizi bilmem gerçi şimdi, ama ben diyorum.


Yine de:
"Just because some cute girl likes the same bizarre crap you do, that doesn't make her your soulmate."

Soul Kitchen (The Doors)

13 seansına bilet alabilir miyim dedim.
Gişedeki kadın hiç sormadan (ki yanımda da kimse yoktu) iki koltuk işaretledi.
Tek kişi olucak dedim.
Şaşırdı.

Hayır yani ben kendim garipsemiyorum sana noluyor?

15 Ocak 2010 Cuma

There Is A Light That Never Goes Out (The Smiths)

Babamın bir The Smiths hayranı olduğunu ve Türkiye'de bulamadığı kasetleri eskiden İngiltere'deki arkadaşına sipariş ettiğini, onun da plaktan kasete bişiyler çekip Türkiye'ye yolladığını öğrendim.
Daha önce ben evi süpürürken Walk of Life'ı söylüyordum ve bana eşlik etmişti.
Süpürgeyi kenara atıp nasıl Dire Straits şarkılarını ezbere bildiğini sormuştum da bana pis pis sırıtmıştı.
Bugünkü The Smiths olayından sonra "Peki niye beni başıboş bıraktın? İnsan kızına dinletmez mi eskiden dinlediği şeyleri?" diye sorduğumda "Dinletmedim de noldu, buldun sen doğru yolu buldun gene" diyerek sırıttı.

Babamın çalışma odasındaki kasetçalar, eski halı, kedi tarafından tırmalanmaktan mahvolmuş kırmızı koltuk ve sevgili babam beni bekler.

Black Country Woman (Led Zeppelin)

Bugün siyah bir kedi apartmanın demir kapısının arkasından yemyeşil kocaman gözleriyle bana baktı. Düşündüm, kim demiş siyah kedi uğursuzluk getirir diye?

Mrs. Cold (Kings of Convenience)

Artık ağaçların dökecek yaprakları kalmadı.
Zaten dökülmüş olan yapraklarda yağmurda ıslandı, asfaltla bir oldu.
Çıtırdayan kuru yaprak sesi de bir başka sonbahara kaldı.

Words That We Couldn't Say (The Seatbelts)

Bir kelimeye
Bin anlam yüklediğim zaman
Sana sesleneceğim.

Özdemir Asaf




Bir şiir de kıvırcık saçlıya olsun bari.

Little Red Rooster (The Rolling Stones)

Bi de annem bana kırmızı atkı almış.
Fermi'nin eski atkısının aynısı hem de.
Kaybetmişti gerçi onu.

"What he hath lost, noble Macbeth has won"
bunu görmemiş gibi de devam edebiliriz bence. artık iyice beyinfırtınası, düşünce tozlarının saçılması oldu.

Sahi, eldivenler duruyor mu bari?

Darling Pretty (Mark Knopfler)

Biri gelse,
tabaktaki son keki,
çaydanlıktaki az kalan demi görse,
gülümseyip gitse.

Sonra tekrar gelirse eğer,
keki de çayı da paylaşırız nasılsa.

14 Ocak 2010 Perşembe

Run For Your Life (The Beatles)

Roald Dahl demişken..
The red parts of the carpet are red-hot lumps of coal...

Siz hiç küçükken halınızın renkleriyle kafanızda ormanlar, nehirler kurdunuz mu? Ne biliyim, ortadaki kare şeklindeki yere değmemeliyim dediniz mesela. Ya da babanız koltukta gazetesini okurken yardım çığlıkları eşliğinde onun sizi timsahlardan kurtarmasını beklediniz ve Hadi biraz daha sıkı tutun!! diyerek sizi koltuğa çekmesine izin verdiniz mi?

You better run for your life if you can, little girl
Hide your head in the sand little girl

Nothing Came Out (The Moldy Peaches)

Herhalde Roald Dahl'ı bilmeyen yoktur. Hani en çok Charlie and the Chocolate Factory bilinir, Matilda sonra.. Ama Roald Dahl'ın en güzel kitaplarından biri aslında Dev Şeftali'dir.

Kocamaaan bir şeftali içinde, şeftalinin mucizevi bir şekilde büyümesiyle birlikte içindeki örümcekler ve kırkayaklar ve diğer envai çeşit böcek de büyür ve sonra James şeftalinin içine girer ve sonra hep beraber tepeden aşağı yuvarlanırlar ve okyanusa ulaşırlar.
Sonra o kocamaaan şeftalinin içinde okyanusu geçip Amerika'ya giderler.

Ben ki böcekleri hiç sevmem, bu kitaba hep bir sempati duymuşumdur. Belki şeftaliyi çok sevdiğimden, bilmiyorum.

Sarı bir denizaltıda yaşamak olmazsa,
kendime dev bir şeftali bulucam.

13 Ocak 2010 Çarşamba

I Looked Away (Derek and the Dominos)

Sokağa çıkmayı özledim diyebilecek kadar uzun zamandır ev-okul arasında gidip geliyorum. Kadıköy'ü, Beyoğlu'nu, rüzgarlı sokaklardan sıcak kafelere girmeyi, arkadaşlarla gülüp eğlenmeyi unutabilicek kadar uzun zamandır meşgullükten hayatımı yaşayamıyorum.
Bazen birinin gelip yüzüme 3 santim mesafede durması ve "Daha kaç yaşındasın ki" demesi gerekiyor.
Bazen de ben kendi kendime soruyorum bu soruyu.
Daha kaç yaşındayım ki?
Ne gördüm ki, sokakları unutucak kadar işlerin arasına gömülüyorum?
Ne yaşadım ki ben?

Şimdi, her şey, bütün işler, bütün sorumluluklar bir süreliğine askıya alınmayı beklerken, ben bana eşlik etmesi için birilerini arıyorum.
Yine Kadıköy'ün artık ezbere bildiğim sokaklarında amaçsızca dolaşmak, Moda'da kahvaltı etmek, çay içmek, sahile inmek için.
Beyoğlu'nun sahaflarında kitap tozları arasında kaybolabilmek, yol üstünde bir yerden kestane almak, yanaklarım kıpkırmızı olana kadar soğukta dolaşmak için.

Gelmek isteyen?

11 Ocak 2010 Pazartesi

La Dernière Minute (Carla Bruni)

Final erken biter, kontroller yapılır, insanlar izlenmeye başlanır.
İzlendiğini bilmeyen insan -hele de sınavdaysa- hayatının en doğal tepkilerini veriyor bi kere.

7 Ocak 2010 Perşembe

Tout Est Calme (Yann Tiersen)

"Fantasies have to be unrealistic. Because the minute- the second- that you get what you want, you don't- you can't- want it anymore." (The Life of David Gale)

Söylemeyi unutmuşum.
Beni koridorda gördüğü her sefer sevimli mi sevimli bir şekilde el sallayan bir insanın blogu var artık.
Siz onun böyle sakin durduğuna da bakmayın, çok güzel sesi vardır mesela (hatta ben sanırım onun çok güzel bir performansını da kaçırmış bulunmaktayım, özürlerimi sunuyorum!)
Uzun lafın kısası, yukarıda son yazısına bir atıfta bulunmak istedim, son yazısını okuduktan sonra aklıma gelen şeyi iletiyim dedim.
Babaların sakalsız yanaklarından tutun, ideallere kadar her şeyde görüş bildirip uzaktan uzaktan yardım etmiş, dert dinlemiş oluyor.
Hatta sırf şu blog yüzünden yılın ilk karına dokunmadığıma yanarım.

Böyle işte.

Heart of Stone (The Rolling Stones)

Geriye dönüp baktığımda lise yıllarımı nasıl hatırlıycam ben?
En sevdiği, en çok değer verdiği arkadaşlarıyla aylarca görüşemeyen ben, üstüne nedenini bile bilemediği mutsuzluklar yaşayan ben, yine aynı insanlarla telefonda tartışan, tartışmayı bile doğru düzgün yürütemeyen, dakikalarca susan ben, ne diycem kendime?
Çok çalıştım ben.
Aferin bana.
Geride ne kaldı peki?
Uykusuzluklarım, yorgun geçen haftaiçlerim ve haftasonlarım, ne yapıcağımı bilmediğim geleceğim.
İhmal ettiğim dostluklarım.
Her gün birşeyleri biraz daha kaybediyorum.
Her gün biraz daha değişiyorum.

Ben kendimi tanıyamadığım bir noktaya gelmişim zaten
başkalarının ne demesini bekleyebilirim ki?

Bu blog da yavaştan vaktini doldurmaya başladı.
İç dökmelerimle sizi sıkmak istemem, ama söyleyip de söyleyemediğim şeyler var gibi.
Bi de ben anlasam...

I'm Looking Through You (The Beatles)

Kendime şarkı hediye ediyorum.

"I'm looking through you, where did you go
I thought I knew you, what did I know
You don't look different, but you have changed
I'm looking through you, you're not the same"

4 Ocak 2010 Pazartesi

Blues Clair (Django Reinhardt)

Neymiş alkol bütün kalem çiziklerini çıkarıyormuş.
Neymiş insanın arkadaşları güzel müzik dinleyince, ona da tavsiye edince pek bir güzel oluyormuş.
Neymiş hatalardan ders almak lazımmış.
Neymiş normal insanlarının günlük uyku saati toplamından haftalık uyku saati etmezmiş.
Neymiş coğrafya projesi son güne bırakılmamalıymış.