29 Mayıs 2010 Cumartesi

Stairway to Boredom ('O' Level)

Sınfın ortasında "SIKILDIM!" diye bağırdıktan sonra bikaç kişiden "BEN DE!" tepkisini almak rahatlatıcı mı yoksa bu "kolektif sıkılganlık" bizi öldürecek mi, karar veremedim.

Lazy Flies (Beck)

Sanırım ya kısa kısa yazdıklarıma daha çok özen göstermem ya da Çağla Büyükkoç (http://caglabuyukkoc.blogspot.com/) stili yazmaya başlamam gerekecek. Ne olursa olsun blogu fazla ihmal ettiğimin ben de farkındayım. Hiçbir şey yazmama konusunda muazzam başarısızlıklar gösterdiğim zamanlarda bile en azından fotoğraf koyar gönül alırdım, artık onu da yapmıyorum.
Üşengeçliğimin sınırlarını zorluyorum.


Örneğin coğrafya ya da matematik çalışmak istemeyen bir insan olarak Google sayesinde pacman'i tekrar hatırladım. Google'dan pacman kalktı ve ben hala başka sitelere girip pacman oynuyorum. İyi oynasam hadi neyse, ilk levelda kesin bir canım gidiyor. İkinci levelda ya ölüyorum ya da bir can daha kaybediyorum. Üçüncü level'a çıkmışlığım o kadar az ki, kendi kendime "Neden pacman?" sorusunu sormadan duramıyorum doğrusu.


Ne demiştim, üşengeçliğimin sınırlarını zorluyorum.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Happiness Runs (Donovan)

Gecenin bir yarısı, güzel bir konserden evinize dönüyorsunuzdur ve arabanın arka koltuğunda oturan dostunuz kafasıyla radyoyu işaret eder. Ses kısıktır, notaları çıkaramazsınız önce. Ama kısa sürede radyoda çalanın (tam da köprüyü geçerken üstelik) Wish You Were Here olduğunu fark edersiniz. Gülümseyip sesi açarsınız ve usulca şarkıya eşlik edersiniz. 


Mutluğun resmi çizilmez, ama mutluluk tarif edilebilir.
Happiness runs in a circular motion

7 Mayıs 2010 Cuma

Speak The Word (Tracy Chapman)

Feriye Sineması'nda Yeni Sinema Hareketi adıyla başlayan, Türk filmlerini izleyebileceğiniz, bazı seanslarda yönetmenlerle tanışabileceğiniz iki hafta vardı. Bu hafta son haftası, ben de ucundan köşesinden yakaladım, annem ve haftalar önce aldığım biletlerimle (bkz Rainbow Warrior yazısındaki Ortaköy'e yürüme kısmı) sinemaya gittim.


Film yorumları olsun istemiyorum burada, ama söylemezsem de olmaz. İlk önce İki Dil Bir Bavul'u izledik. Yeni mezun bir öğretmenin Siverek'te bir Kürt köyüne atanmasını anlatan bir belgesel yapım. Anadilde eğitim konusuyla ilgili güzel bir söyleşi de oldu arkasından.


Daha güzeli, daha da hevesle beklediğim, tabii ki de Hayat Var'dı. 
En sevdiğim yönetmenlerden Reha Erdem'in söyleşisini kaçırsam kahrolurdum zaten (daha önce olmadı değil; festivalde öğle seansında vardı, zamanında bi de istanbul'da olmadığım bir gün akbank sanat'ta vardı, kahpe kader.) Reha Erdem sempatik, rahat, içten bir şekilde soruları cevapladı. Gergin değildi kimse, herkes gülümsüyordu. O kadar ağır ve sarsıcı bir filmden çıkmış olmasına rağmen, izleyici mutluydu.
Olmamak pek de mümkün değildi hani.
Söyleşi bir noktada Türk sinemasına gösterilen ilgiye, izlenen filmlere gelince, yorum yapmaktan alamadım kendimi ve Recep İvedik gibi filmlerle yetişen nesillerin festivallerde ödül alan filmlere "entel" diyip geçmesine, Hayat Var gibi bir filmi izlemeyi hiç düşünmemesine değindim. 
Korkuyorum dedim, 17 yaşındayım ve yaşıtlarım arasında sinemayı  eğlenceden öte bir şey olarak gören çok az kişi var etrafta. 
Korkma diye cevap verdi, 100 kişinin arasında sen varsın ya mesela.


Yanına gittiğimde, kendi kendime çırpınarak verdiğim mücadelelerin boş olmadığını gösterdi bugün bana Reha Erdem. 
Elini sıktım, teşekkür ettim. 
Teşekkür etti.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Imagine (John Lennon)

Bazı konularda fazla hassasım.
Bu inkar edebileceğim bir durum değil. Bana gelip homoseksüellik hastalıktır ya da İkinci Dünya Savaşı'nda öldürülen Yahudilere üzülmüyorum derseniz, kendimi tutamam.
Yıllar yılı hep birileriyle tartıştım bu konular yüzünden. Faşistliğe giden aşırı milliyetçilikleriyle insanlar beni deli ettikçe, ben de kendimi kaybettim, sinirime asla hakim olamadım.
Yanlış düşünüyorsunuz dedim onlara, nasıl böyle düşünebilirsiniz ki? Karşıma kişisel görüşüyle çıkıp neyi değiştirecek ki benim böyle düşünmem diye konuşan insanları asla anlamadım. İçinde yaşadıkları, nefret suçları işleyen, ayrımcılık yapan toplumun onlar gibi bireylerden oluştuğunu ve onların da düşüncelerinin önemli olduğunu asla anlatamadım onlara.
İşte bu yüzden, yıllar yılı, hep tartıştım. Hep kendini tüketen ben oldum, çünkü içimde her zaman şu inanca sahiptim: Eğer bir kişinin düşüncesini iyi yönde değiştirebilirseniz, o da başkalarını etkiler.
Ve halka devam eder.
Asla bireylerin gücünü küçümsemedim ve küçümseyemem de. Toplumların bütününü değiştirmek amacını (hayalini demek daha doğru olacaktır) güdüyorsanız eğer; bir yerlerde ufak da olsa bir fark yaratmak istiyorsanız, milyonlardan başlayamazsınız. Önce bir, sonra on, sonra da belki elli olur etkilediklerinizin sayısı.
İnsanların kafasına sadece üstüne düşünebilecek bir şey yerleştirseniz bile, başarabilmişsinizdir.


Benim derdim hep bu oldu.
Hep bu yüzden sesim yükseldi, hep bu yüzden kendimi kaybettim tartışmalarda. İnsanlar bana deli gözüyle baktılar, çünkü onlar için her şeyi fazla abartıyordum. Saatler boyunca aynı konuda tartışmam anlamsızdı, çünkü hiçbir şey değişmeyecekti.
Ben yine de umudumu kaybetmedim.
Hala söylediklerimi duyup kafasında birtakım şeyleri yerli yerine oturtan, kendine yeni sorular sormaya başlayan, düşündüklerini gözden geçiren insanlar olduğu umuduna sahibim. Bir toplumu tek gecede (hatta on yılda bile) değiştiremezseniz. Kalabalıkları ikna etmek zaten benim işim değil. Ama yanımdaki adam en ilkel, en basit düşünce biçimiyle "kendisi" gibi olmayanı ötekileştiriyorsa, dışlıyorsa, yok sayıyorsa, üzgünüm ama kendimi tutmam mümkün değil.
Bazılarınız hala beni anlamıyorsunuz, biliyorum. Boşuna çaba gösterdiğimi düşünenlerinizin sayısı oldukça fazla. Ama ben nedenini bilmediğimiz savaşların, takibini kaybettiğimiz politik mücadelelerin gölgesinde geçen bir gelecek istemiyorum. O geleceği yaşayacak olduğumuz gerçeğine rağmen, istemiyorum.


Birileriyle tartışıyorum, çünkü herkes olaylara başka açılardan bakabilir.
Benim üstüme düşen ve elimden gelen bu.




sanırım daha klasik bir başlık bulamazdım, ama en çok içime bu sindi.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Please, Please, Please Let Me Get What I Want (She & Him)

Bence dünya hiç adil değil.
Bir insan hem masmavi güzel gözlere sahip olup, hem de güzel sesli olmamalı.
Şahane şarkı söylüyorsa, en azından The Beatles ve The Smiths cover'ı yaparken çirkin duyulmalı.
İnsana kahkül çok yakışıyorsa, gülüşünde bozukluk olmalı en azından.
Diyorum işte, hiç adil değil.
Her şey de aynı insana verilmez ki canım.


Seni nasıl kıskanıyorum bir bilsen Zooey Deschanel.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Promises Like Pie Crust (Carla Bruni)

Promise me no promises,
So will I not promise you:
Keep we both our liberties,
Never false and never true:
Let us hold the die uncast,
Free to come as free to go:
For I cannot know your past,
And of mine what can you know?

You, so warm, may once have been
Warmer towards another one:
I, so cold, may once have seen
Sunlight, once have felt the sun:
Who shall show us if it was
Thus indeed in time of old?
Fades the image from the glass,
And the fortune is not told.

If you promised, you might grieve
For lost liberty again:
If I promised, I believe
I should fret to break the chain.
Let us be the friends we were,
Nothing more but nothing less:
Many thrive on frugal fare
Who would perish of excess.

Christina Rossetti