30 Eylül 2009 Çarşamba

Are You Lonesome Tonight? (Elvis Presley)

Yeni bir keşif:

dontcopymystyle'dan öğrendiğim "holy shit, it's a fucking rainbow" adlı blogda çok güzel şeylere rastlayabiliyorsunuz. http://unicornology.tumblr.com/

Bir Richard Brautigan şiiri gibi.

For Fear You Will Be Alone

For fear you will be alone
you do so many things
that aren't you at all.

Bu bilinmedik insanın bir şiirinin San Fransisco kaldırımlarından birine konulması da çok hoş.
Şiirin kendisi ayrı bir güzel zaten.



Unknown Title (Unknown Artist)

İnsanların sığlığından nefret ediyorum.

İki gün önce okuldaki bir dokuzuncu sınıfın (94lü) arkadaşının "Bende reflü var" demesi üzerine "Reflü mü o ne be? Haha röfle gibi" diye cevap vermesine açıkçası tahammül edemedim. Kıza cevap vermedim, arkasından bağırmadım veya herangi bir şekilde tepki göstermedim. Ama etrafımdaki insanlara anlamlı bakışlar attım, gözlerimi devirdim ve çok içimden gelerek "Salak." dedim.

Doğrusu, "salak" sıfatını herkese yakıştırmam. Bazen ağız alışkanlığı, öylesine salak desem de çok içten söylediğim "salak"lar fazlasıyla nadirdir. Ama üzgünüm, bu kıza bu yakıştırmayı yapmak zorundaydım.

Benim derdim reflüyü bilmemesi değil.
Benim derdim saç bakımıyla ve röfleyle ilgilenmemesi de değil.
Benim derdim, birbirinden tamamıyla alakasız iki konuyu "salakça" bir espride birleştirmesi.

Reflü, gayet ciddi bir sağlık sorunudur.
Röfle, kadınların daha çekici gözükmek, daha mutlu hissetmek için yaptırdıkları bir saç boyama şeyidir.
Ve aralarındaki bu ses benzerliği üzerinde "reflü röfle" diye bir espri yapmak, o insanın cidden sığ olduğunu gösterir.

Eminim siz de böyle insanlarla karşılaşıyorsunuzdur ve gözlerinizi devirerek yada "O neydi öyle?!" diyerek yanlarından geçiyorsunuzdur. Böyle bir şeyle karşılaştıktan sonra tepki süreniz ne oluyor? Ne kadar bu anlamsız karaktere kızgın kalmaya devam edebiliyorsunuz?

Herkesten herşeyi bilmesini asla beklemedim.
Hele o kızdan zaten beklemiyordum.

Burada verdiğim örnek de çok daha genel olarak kızdığım bir konuya bir atıftı sadece.

İnsanların benmerkezciliğinden ve bunun sonucunda kendileriyle alakası olmayan "diğer unsurlardan" uzak kalışlarından nefret ediyorum.
İşte söyledim.
Nefret ediyorum.

Evet, giyimine özen gösteren biriyim ve alışveriş yapmaktan da zevk alırım.
Ama bu benim dünyanın geri kalanından kendimi soyutladığım anlamına da gelmiyor.

Mango'daki bluzun fiyatını bilirken İran'ın nükleer füze denemelerini de bilebilirsin.
Hiçbir şey, hiçbir şeye engel değil. Sadece çaba göstermek gerekiyor.

Dediğim gibi, herkesin kültürlü ve bilgili olmasını asla beklemedim, bekleyemem.
Bir türlü kabul edemediğim tek şey, insanların bu sığlıklarını daha da sığ cümleler kullanarak kapatmaya çalışmaları.
O kız bilmediği şey hakkında gülüp eğlenmeseydi, bu bilgisizliğini yok saymasaydı eğer, ona saygı duyardım.

Üzgünüm, marka kıyafetleri içinde, ufak babetleri, renkli taçları ve rujlu dudaklarıyla beraber cahilliklerini ve sığlıklarını etrafa saçan kızlardan hoşlanmıyorum.

27 Eylül 2009 Pazar

I Should Have Known Better (The Beatles)

"Experts in ancient Greek culture say that people back then didn’t see their thoughts as belonging to them. When ancient Greeks had a thought, it occurred to them as a god or goddess giving an order. Apollo was telling them to be brave. Athene was telling them to fall in love.

Now people hear a commercial for sour cream potato chips and rush out to buy, but now they call this free will.

At least the ancient Greeks were being honest."

Chuck Palahniuk, The Lullaby

Acquired Taste (Absynthe Minded)

Blogdaki resmi merak edenler için:

Daha önce Ortadan Sıkılan Diş Macunu'na da koymuştum bunu.
Yılbaşı hediyelerinden aslında nefret eden bana, Fermium'un yılbaşı hediyesi.

Bir sünger parçasının kahverengiye boyanması, aynı süngere beyaz çizgiler yapılması ve bu lezzetli tiramisunun ceviz kabuğuna yerleştirilmesi.

Kısaca dünyanın en muhteşem yılbaşı hediyesi de diyebilirsiniz.

The Build-Up (Kings of Convenience)


The spinning top made a sound
like a train across the valley,
fading, oh so quiet but constant til it passed,
over the ridge
into the distances
written on your ticket to remind you where to stop,
and when to get off.

" insan bu şarkıda durup, feist'in ağzından dökülen bir sözcük olmak istiyor mesela."
eloise vera, eksisozluk.

26 Eylül 2009 Cumartesi

Misread (Kings of Convenience)

Kitap okurken uyuyakalmanın da ayrı bir hüznü var gibi.
Başladığın şeye bitiremiyor olman mı daha kötü, kitap okumak isterken uykuya yenik düşmüş olman mı?
Okul günleri geç saate kadar ödev olarak okuma yapanlara da burdan sevgilerimi gönderiyim.
Ben de sizlerdenim ve sanırım şikayetçi değilim.
Yani tamam, hepimiz şikayetçiyiz, ama memnun da oluyorum galiba.
Hüzün dedim ya, bi de huzuru var onun.

Zaten yaşamın birbiriyle çelişen hisler arasında geçiyor. Garip hissediyorsun, çünkü mutlu ve huzursuz olabiliyorsun.
Ya da kendini çok yalnız hissederken aynı zamanda kendini tamamlanmış hissediyorsun.
Garip, çünkü aklımıza yerleştirdiğimiz düşünce sisteminde mutluyken ebediyen gülümsemek ve yalnızken hiç durmadan ağlamak var.

Bilmem, belki hepimiz sürekli önümüze çıkan yol ayrımlarından sıkılmışızdır ve iki toprak yol arasındaki çalılığı tercih ediyoruzdur artık.
Kafamızdaki düşünce baloncuklarını patlatıp, elimizdeki bir kalemle, kargacıkburgacık bir yazıyla kendimiz yazıyoruzdur belki de herşeyi.

O zaman işte dünyanın en müthiş arkadaşlarına sahip olurken yalnız hissedebiliyorsun.
Yada yağmur yağarken ıslanmanın da kendi güzelliği olduğunu fark edip, güneşli bir gündekinden daha da neşeli, daha da pozitif olabiliyorsun.

Bu çelişkiler biraz da Cahit Sıtkı'nın şiirleri gibi aslında. Ölümden mi çok korkuyor, yoksa yaşamayı mı çok seviyor, yoksa ikisi birden mi karar veremiyorsun.

Nerden başladım, nereye geldim.


Somebody Stole My Guitar (Deep Purple)



gitar kılıfımda uyuyan bir kedim var.

The Finish Line (Snow Patrol)

Kütüphaneden aldığın kitabın altının çizili çıkması ne güzel şey.

Bilmediği kelimeleri çizen sinirbozucu okuyucudan bahsetmiyorum tabii ki de.
Ama bazen öyle bi cümle çiziyor ki o insan,
i miss you but i haven't met you yet
demek istiyorum.


Ruh eşimi ödünç kitaplardan bulucam.

Poor Edward (Tom Waits)

Did you hear the news about Edward?
On the back of his head he had another face
Was it a woman's face or a young girl?
They said to remove it would kill him
So poor Edward was doomed

The face could laugh and cry
It was his devil twin
And at night she spoke to him
Things heard only in hell
But they were impossible to separate
Chained together for life

Finally the bell tolled his doom
He took a suite of rooms
And hung himself and her from the balcony irons
Some still believe he was freed from her
But I knew her too well
I say she drove him to suicide
And took poor Edward to hell

Evet, Tom Waits havamdayım.
Şarkı ürkütücü, ama garip bi şekilde rahatlatan bi yanı da var.

Ben de çözemedim.

25 Eylül 2009 Cuma

Grapefruit Moon (Tom Waits)

Başlıkta bahsi geçen şarkıyı bir saksafon ve ona eşlik eden gitarla Mecidiyeköy metrosu çıkışında duydum.
Zaten sokak müzisyenleriyle arası iyi olan biriyimdir, bozuk paralarımı onlara ayırırım ve onlar da hep sevinirler ve teşekkür ederler.
Aslında aynı senaryoyu bugün de oynadık.
Gişelerden geçtim, sırtımda ödevleri hatırlatan ağırlığıyla çantam, cebimde çıngırdayan bozuk paralarım ve tüm kağıt paralarımı harcamama neden olan dolu ve mutlu akbilim vardı.

Belki biliyosunuzdur, Mecidiyeköy metrosu çıkışında uzunca bir tünelden yürüyorsunuz. Sağınız solunuz insan. Herkes aceleci. Bazıları topuklu, bazıları spor ayakkabı. Taktak ve gıcr.

Neyse.

Bir saksafon ve bir gitar kenarda çalarken paralarımı hazırladım ve önlerine attım. Bunu yaparken de hafiften tebessüm ettim. Şarkının tanıdık bişeyler olduğunu zaten düşünüyordum. Hatta Tom Waits olduğundan cidden şüphelenmiştim.

Bu arada dışarda hava kararmakta, annem evde zaman-merak grafiğinde ilerlemelerde bulunmaktaydı.

Topuklular ve spok ayakkabıları arasında ben de acele etmeye başladım. Neredeyse metro çıkışındaydık ki, arkamı döndüm. Sormak zorundaydım. Sormalıydım.
İnsanlar bana doğru aceleci davranmaya devam ederken ben onları ellerimle yarmak zorunda kaldım. Belki birkaç kişiye çarpmış da olabilirim, fark etmedim.
Saksafonun ve gitarın sesini tünel boyunca takip ettim, bıraktığım yerde duruyorlardı, şarkı henüz bitmemişti.

Sordum.
Şarkının adını sordum.
Gitarın perdeleri üzerinde, basması gereken akorun yerini aradıktan sonra kafasını kaldırıp "bi dakka" dedi, durdu, düşündü, "Grapefruit Moon. Tom Waits." dedi.
Teşekkür ettim, gülümsedim.
"Bütün yol boyunca aklıma takılmıştı ama biliyodum işte Tom Waits olduğunu!!" dedim.

Ben acele etme eylemine geri dönerken, onlar arkamdan gülüştüler.

Saçlarımı kaşıyıp ellerimi ceplerime soktum.
Baktım ki istemsiz, değişik bir gülümseme var suratımda.

24 Eylül 2009 Perşembe

The Song Remains The Same (Led Zeppelin)

Bilmem fark ettiniz mi,
yazıların başlıklarını itunes'dan seçiyorum.

Rastgele, öylesine, sırf yazıya uyucak bişey olsun diye değil; blog'u okuyan çok az sayıda insan yeni şarkılar öğrensin, zaten sevdiği şarkıların adlarını da burda görünce mutlu olsun diye.

Bi de eğer bendeniz "ironikli" başlıklar bulabilmişsem, hafiften gülümsesin diye.

Private Investigations (Dire Straits)

Ne yazsam bilemedim.

İnsanın heves edip blog kurması, sonra da yazıcak hiçbişey bulamaması çok acayip. Şimdi "maymun iştahlı işte" dediğinizi duyar gibiyim. Aslında bunu söylemek de istemedim, çünkü "birinin birşey dediğini duyar gibi olmak" söz öbeğini kullanmaktan da pek hoşlanmam. Ama kullandım işte.
Çaresizliğime verin siz.

Geçenlerde çok sevgili bir dostla konuşuyorduk kafa karışıklığı meselesini.
İnsanın yapacağı şeye bir türlü karar verememesi durumu.
Yada seçenekleri arasında gidip gelmesi, sürekli düşünüp taşınması ve sonuç olarak sonuçsuz kalması.

Sanırım dünyanın en kötü şeyi şu kararsızlık adlı meret.
İnsanı inanılmaz derin bir tedirginliğe sürükleyen, ordan oraya atıp duran ve bir yerden sonra insanın doğru düşünme yetilerini yok eden rezalet bir his.
Aynı sevgili dost kararsız kalmaktansa yanlış bir karar vermeyi tercih edeceğini söylemişti.
Çok doğru.
Birşeylerin içinizi yiyip durmasındansa yanlış yada doğru herhangi bir adımı atmanız daha iyi değil mi?
Kararsızlık yaşamaktansa pişman olmak, bir şekilde hatalardan ders almak hayatı kolaylaştıran bir şeymiş gibi geliyor bana. Ne var doğru karar veremediysem? Nolmuş yani eksik parçaları göremediysem? Kime göre, neye göre hatalıyım?

Kararsız kalmak, çok büyük bir haksızlık değil mi?

En basitinden kendine haksızlık bir kere.
O yada böyle karar vermek zorunda olduğun bir anda, ellerini başının arkasına koymuş yatağına uzanırken, yastığına sarılmış karanlıkta dudağını ısırırken, uyku tutmadığı için doğrulup ışığı yakarken... Haksızlık. Kafanı kurcalayan şey, sen karar vermediğin sürece hep orda kalıcak.
Eğer ki karar verebildikten sonra pişman olursan, yine de kendinle gurur duyabileceksin.
Çünkü sen karar verdin.

Sonra başkalarına haksızlık.
Senin kararınla bilinçli veya bilinçsiz etkileyeceğin o geniş insan topluluğuna büyük bir ayıp. Kafanda dolanan düşünce baloncuklarını bir türlü yakalayamamanın sorumlusu evren değil, sensin.
Yüzleş bununla.

Çok mu suçlayıcı oldu?
Kendime de pay çıkartıyorum o zaman.
Yüzleşmeliyim bununla.
En kısa zamanda, kararlarımın kafama "daha yüce bir güç" tarafından yerleştirilen maydanoz tohumları olmadığını kabullenmem lazım.

Bir dakikada kararlar ve düzeltmeler için herkese yetecek kadar zaman var.


Do I dare
Disturb the universe?
In a minute there is time
For decisions and revisions which a minute will reverse.

The Love Song of J. Alfred Prufrock,
T.S Eliot


yukardakiler maydanozdu bu arada.

21 Eylül 2009 Pazartesi

If You See Her, Say Hello (Bob Dylan)

Bazılarınız Ortadan Sıkılan Diş Macunu'ndan biliyorlar zaten beni. Fazla söze gerek yok onlar için.
Tanımayanlarınız varsa eğer, onlar için de fazla söze gerek yok.
Kendi halinde biriyim işte.
Herkes gibi müziği, sinemayı, kitapları, şiirleri severim. The Beatles'a bayılırım. En sevdiğim filmler, en sevdiğim şarkılar, en sevdiğim kitaplar konusunda mütemadiyen kararsızlık yaşarım.
Ne fena.

Blogun adına gelince...
Çay içmeyi çok seven bir insan olarak, her sabah kalktığımda masamın üstünde bir önceki akşamdan kalma çay bardakları, kupalar bulurum. Eğer birkaç günlük bir tembellik yaptıysam, masanın tamamı bu bardaklarla kaplanabilir. Blogun adı da burdan geliyo işte.

...

Eh, şimdilik benden bu kadar.
Sıkıcı bir giriş yazısına katlanabiliyorsanız, daha fazlasına da katlanabilirsiniz umarım.

Çünkü benim geride kalan çay bardaklarım ve artık kafamı toparlayabiliceğim bir blogum var.