22 Temmuz 2010 Perşembe

Get Out Of Town (Ella Fitzgerald)

Otobüste tek kişilik koltukta ilk defa seyahat ediyorum. Dışarıyı izlemesi keyifli, yanında rahatsız edeceğim kimse yok. Eskişehir'in sararmış buğday tarlalarından çıkarken Ankara yolunda gördüğümüz ayçiçeği tarlalarıyla karşılaşmak istiyorum. Bir nevi veda gibi.

Otobüs sarımtırak sıcak bir havada ilerliyor, hafif piyano melodileri ve güzel bir kitap eşliğinde. Kitap çok sürükleyici, hiç bırakasım yok. Arada yolu izlemek için kafamı kaldırıyorum, manzara pek değişmemiş, kilometrelerce tarlayı geride bırakıyoruz işte.

Uyuyakalmışım bir ara, hızlanan müzikle uyanıyorum. Güneş iyice terletmiş beni, kitabım kucağıma düşmüş, manzara yine benzer. Saate bakıyorum biraz da korkarak, çok mu uyudum, çok mu yolculuk kaçırdım, ya keyfine varamazsam? Neyse ki sadece birkaç şarkı sürmüş otobüs uykum.

Muavin soruyor "meyvesuyukolaçaykahve?"
Nerde okumuştum ben bunu, hakkaten de birleşik bir cümle halinde soruyor adam ne içmek istediğimi.
Çay lütfen diyorum, beni tanısan sormazdın bile, bilirdin çay olacağını. Herkes bilir çünkü benim tercihimin çaydan yana olacağını.

Kitaba devam ediyorum, yolu izliyorum, müziğim güzel, çayımın birazını çizgili tişörtüme döküyorum. Annem çıkarır diyorum kendi kendime, hepimiz öyle diyoruz ya zaten.

Kitap okurken tabelaları kaçırıyorum, nerdeyiz anlayamıyorum önce. Ufak bir şehir merkezindeyiz. Etrafta nerede olduğumuzu belirtecek bir şey arıyorum. Bilmemne Bozüyük Şubesi diyor, rahatlıyorum.

Birkaç saat daha yol gidiyoruz. Mola yerine gelmeliyiz artık, çok çay içtim çünkü. Aslında biraz da üşeniyorum, çantamı ve fotoğraf makinasını otobüste bırakamam ya, onları yanıma almam lazım, çantam da benden büyük. İniyorum neyse aşağıya, yemek söylüyorum kendime, iki kişilik bir masaya geçiyorum sonra. Kınıyorum yanda oturan kadını, tek kişiyken dört kişilik masa işgal edilir mi, ayıp diyorum içimden.

Sakarya'ya yaklaşmışız belli. Lokumların, kestane şekerlerinin, pişmaniyelerin etiketi ele veriyor işte.

Yavaş yavaş hava kararıyor, zaten bulutlar da gri, güneşin hiç şansı yok. Otobüsün devasa ön camına çarpan yağmur damlalarını görüp seviniyorum önce, belki sağanak başlar da camda damla yarıştırırım diyorum, olmuyor öyle. Hava kasvetli, akşam olmuş artık, ben de kitabıma gömülüyorum.

Kitap kitap demişken, The Handmaid's Tale'ı okuyorum şu sıralar. "A man is just a woman's strategy for making other women" kısmını okurken kitabı bana ödünç veren Ms. Lajam geliyor aklıma, gülüyorum durduk yere, otobüste, onca yabancının arasında, hiç de utanmıyorum bu arada.

Daha çok yol gidiyoruz, ama benim keyfim yerinde. Söz vermiştim kendime, iyice akşam olunca kitabı bırakıcaktım, dışarıyı izleyecektim sadece. Kulağımda en güzel müzikler. Şu bölüm de bitsin diyorum, erteliyorum planlarımı, daha yolumuz uzun. Aslında yol uzun falan değil, topu topu 1 buçuk saat kalmış İstanbul'a. İzmit'ten geçiriyoruz, gündüz gözüyle hiç de güzel gözükmeyen fabrikaların ihtişamına yanıyorum. Her şey ışıl ışıl. Aklıma İzmir fuarındaki lunapark geliyor bir anlığına.

Artık hava da karardı ya, akşam oldu ya şimdi, düşünmeye başlıyorum. Karaltımı görüyorum camdan, elimi kenara dayamışım, aşağı kulaklıklarım sarkıyor, kucağımda eski bir kitap. Yine kendimle hesaplaşmaya başlıyorum, son zamanlarda başıma gelenleri düşünüyorum, sarf ettiğim cümleleri, özlediğim insanları, gittiğim ama ait hissedemediğim yerleri. Çekilen fotoğraflar geliyor gözümün önüne, gülümsemelerimiz, kucaklaşmalarımız, aylar sonra cümle içinde söylendiğinde herkesi kahkahalara boğacak tekil sözcükler. Gece yarısı içtiğim kahveleri düşünüyorum, uykusuz kalmak için çabalamalarımı, bazen de uykuya teslim oluşlarımı hatırlıyorum. Çiçekli yastıklarım ve renkli bir pikem var böyle akşamlar için.

Özlediklerim var, şeyler ve insanlar. Uyduruk webcamlerden gördüğüm ya da denk getirip sesini bile duyamadıklarım var mesela. Hepsi teker teker geliyor aklıma, hüzünleniyorum biraz. Shuffle da hiç yardımcı olmuyor sağolsun, şarkıların ortasında fark ediyorum birşeyleri, gülümsüyorum. Evren dediğimiz şeye duyduğum minnet mi yoksa hafiften bir öfke mi onu da bilmiyorum, kalbimi kırdı ama. Mesaj atıyorum birkaç kişiye, şarkılar kimin için geldiyse onlara işte.

Aklıma geldikçe içim gidiyor, ne düşünsem bilmiyorum, biri bana gelse bir soru sorsa cevabı ne, kestiremiyorum. Diyorum ki kendi kendime, oysa ben yalnızlığımda çok mutluydum, tek kişilik koltuğum çok huzurluydu. Bıraksanız bir beş saat daha seyahat edebilirdim ben öyle. Otobüsün beyaz ışıkları büyüyü bozmadan kendime gelmek istiyorum. İstanbul'a varınca, şarkım yarım kalacak diye korkuyorum.

Ne oluyorsa, akşam vaktinde oluyor zaten.
Perfect Day'i yarıda kesiyorum.

2 yorum:

Fermium dedi ki...

meraba.

su anda tam suanda sana popo diye mesaj atamadigim icin kendimi sevmiyorum ama o da olucak galiba.

cufcuf bide. marti falan.

pipe dreams dedi ki...

"The thrill when we meet is so bittersweet
That darling, it's getting me down"
değil mi?