31 Ekim 2009 Cumartesi

We Can Work It Out (Chris de Burgh)

Chris de Burgh'in bildiğiniz Chris de Burgh olduğu, ama başkalarının şarkılarını coverladığı son albümü Footsteps'i baya beğendim.

Hele Beatles coverları gerçekten güzel.

Bend and Break (Keane)

Ekinezya çayım, kedim ve kitabımla yağmurlu bir cumartesi gününü evde geçiriyorum.

Kitap kimya kitabı olmasa her şey çok güzel olabilirdi.

30 Ekim 2009 Cuma

Nowhere Man (The Beatles)

Hep en sevdiğim heykellerden biri olmuştur.

29 Ekim 2009 Perşembe

The Connection (Travis)

Birilerinin sen ne kadar kaba ve anlamsız konuşsan da söylediklerine değer vermesi ne güzel.

"Is there only one direction
Is there only right from wrong
Got to make the right connection
On my own"

Every Grain of Sand (Bob Dylan)

Fazlasıyla geç kalmış bir yazı bu.

Zamanında Mahavishnu'ya "bloga hiçbişey yazmıycaz, o öyle kalıcak, hiç açmayalım daha iyi" derken şimdi iki blogu aynı anda yürütüp bir de insanlara blog açmaları konusunda teşviklerde bulunuyorum. Garip oldu farkındayım.

Şimdi aslında geçen hafta yazmış olmam gereken bir yazıyı utanarak şimdi yazayım.


Merzifon gibi insanların nereye bağlı olduğunu bilmedikleri bir Amasya ilçesinde bir hafta geçirdim bu insanla. Aynı odada kalıp her sözcükten şarkı üretmesini dinledim mesela.
Yakınlarda bu insan dışardan ufak bir destekle kendi blogunu açtı!

Geçen hafta izleyicilerim arasında tanımadığım bir isimle karşılaşınca fark ettim yeni bir blog olduğunu, ama kime ait olduğunu bilmiyordum ki bana bir mesaj geldi.
"Daha giriş yazım bile yoook!!" konulu mesajla blogun sahibinin kim olduğunu da anlamış oldum.

Şimdi SAT sözcüklerine blogundan çalışıyor, arada çok güzel şarkı sözleri koyuyor, benim gibi kafasını boşaltıyor.


Gülünce çok sevimli olan kıvırkıvırcık bir insan.
Tanısanız çok seversiniz bence.


Bir de foolonthehill var...
Aslında bu sene ÖSS'ye (yada adı değişince nolduğunu bilmediğim o sınava) hazırlanıyor. Hatta sırf bu yüzden "blog işine bu sene girme, bağımlılık yapar bak" gibi söylemlerle onu vazgeçirmeye çalıştım ama o gitti kendine şahane bir blog kurdu.

Şimdilik copy-paste'lerle geçiniyor gerçi, yine de neyi copy-paste edeceğini iyi biliyor.
Herkes gibi, bizim gibi, o da kafasını toparlamak için, öylesine yazıvermek için kurdu blogunu. Bence gayet de güzel oldu.
Şu sıralar onu da pek göremiyorum, ama gördüğümde çok güzel sohbet edebildiğim insanlardan biri.


Beatles'la, şiirle yaşayan bir sonbahar insanı.
Tanısanız çok seversiniz bence.


İşte böyle.


"I hear the ancient footsteps like
the motion of the sea
Sometimes I turn, there's someone there,
other times it's only me."

28 Ekim 2009 Çarşamba

You Can't Always Get What You Want (The Rolling Stones)

İnsanlarla köşe kapmaca oynamayı kesmem lazım.

İnsanlara, hele de en sevdiklerime, kötü davranmayı bırakmam lazım.

Bu kadar sarkastik konuşmamam lazım.

Annemle her seferinde tartışmamam lazım.

Kendi aptal mutsuzluklarımı kendime saklamam lazım.

Şarkıları yüzlerce kere dinleyip anlamlarını kaybetmemem lazım.

Sabah huysuzluklarımı benim için 6da kalkan babama yansıtmamam lazım.

Verdiğim sözleri tutabilmem lazım.

Her şey için kendime kızmayı kesmem lazım.

Değişen saçmasapan hormon seviyelerim yüzünden saçmasapan davranmamam lazım.


Liste çok uzun be.

27 Ekim 2009 Salı

In My Place (Coldplay)

Dürtme içimdeki narı,
Üstümde beyaz gömlek var.

Birhan Keskin

26 Ekim 2009 Pazartesi

I'm Still Here (Tom Waits)

Bişey diycektim ama unuttum.

24 Ekim 2009 Cumartesi

I've Seen It All (Björk)


Selma: But isn't it annoying when they do the last song in the films?
Bill Houston: Why?
Selma: Because you just know when it goes really big... and the camera goes like out of the roof... and you just know it's going to end. I hate that. I would leave just after the next to last song... and the film would just go on forever.

Bugün Dancer in the Dark'ı bitirdim.
Bitti.
Bir anda, ben daha az önceki sahneden kendimi toparlayamamışken bitti.


Görme yetisini her geçen gün biraz daha kaybeden Selma adlı Çek bir kadın, çocuğunda da aynı hastalıktan olduğu için ve çocuğu da bir gün artık göremeyeceği için ameliyat parası biriktirmeye çalışıyor. Filmde her şey birbirine o kadar bağlı ki, bence daha fazlasını anlatmak olmaz.

Lars von Trier'in kendi yazdığı ve çektiği bir müzikal Dancer in the Dark. Selma'yı Björk oynuyor, söylenen şarkıları da zaten Björk bestelemiş. Belki Thom Yorke'la beraber söyledikleri şarkıyı da biliyorsunuzdur. "I have seen it all" diye başlayan hani...


Filmde kendini acı çekmekten kurtarmak isterken Selma bir müzikalde olduğunu düşlüyor çünkü "In a musical, nothing dreadful ever happens."

Sırf şu söz bile filmi düşününce o kadar ironik ki...

People of the Pavement (Absynthe Minded)


Yine flickr. Okulda, platoda fotoğraf çektirmiş ufak bir salyangoz.

Şimdi gene yağmur yağıcak, gene bunlar meydana çıkıcak ve ben üstlerine basmamak için her türlü cambazlığı yapıcam. Her çıtırtı çıkaran adımımda dehşetle arkama dönüp bakıcam. Salyangoz olmadığını gördüğümde rahatlayabilicem ancak.

Salyangozları kollamak hakkaten zor iş.

Her Majesty (The Beatles)

23 saniye ya.

Till Kingdom Come (Coldplay)


Keşke biri gelse
ben uyurken bana turta yapsa
yanına da çay demleyip bıraksa gitse.


for you i'd wait till kingdom come.

Follow Me Home (Dire Straits)

10'uncu izleyicime çay ısmarlamaya karar verdim.
Hadi bakalım leftover teacups.

21 Ekim 2009 Çarşamba

You Go To My Head (Rod Stewart)

Size de olur mu bilmiyorum da bazen insan beyninde bir şarkıyla uyanır ya sabah..

Yıllardır bu konuda kötü tecrübelerim oldu.

"Sun doesn't like you, you always get burned" söz öbeğiyle güneşli bir güne gözlerini açmaktan, Mustafa Topaloğlu'nun Obama'ya ithaf ettiği "Obama. O-obama. Hoşgeldin başkanlığa" gibi sözlere sahip faciayla kalkmaya kadar hiç hoş olmayan şarkılarla uyandım.
Ve bu konuda Türkçe poptan çok fena destek alıyor beynim.

Ama en sonunda EN SONUNDA! bu saçmasapan şarkılara karşı muhteşem bir şarkıyla uyandım. Rüya görmediğimden emin değilim, ama eğer hiçbir zaman hatırlamadığım rüyalarım Mustafa Topaloğlu içerikliyse, burda çok ciddi bir sorun var demektir.

Peki hangi şarkıyla mı uyandım?

There's nothing you can do that can't be done.
Nothing you can sing that can't be sung.
Nothing you can say but you can learn how to play the game
It's easy...

The Hardest Part (Coldplay)


Infinite, originally uploaded by dede778.

"I could feel it go down
Bittersweet, I could taste in my mouth
Silver lining the cloud
Oh and I
I wish that I could work it out"

20 Ekim 2009 Salı

Boat Behind (Kings of Convenience)

Fethiye'de çektiğim ördek resimlerinden bıktınız biliyorum!
Ama şu Dalin ördekleri ailesi sevimli değil de ne?

19 Ekim 2009 Pazartesi

Romeo and Juliet (Dire Straits)

Az sonra söyleyeceklerim "ruh eşlerinin" varlığına inananlar için üzücü olabilir.

Şöyle bir hesap yaptım: Eğer gerçekten bir insanın bir ruh eşi varsa, o insan ruh eşini bulamadıysa ve başka birileriyle birlikteyse, o zaman dünyanın bir yerinde onun ruh eşi de vaktini başkalarıyla harcıyor demektir.

Buradan da şu sonuç çıkıyor: Eğer sadece ve sadece bir kişi bile ruh eşi değil de başka birileriyleyse, o zaman dünyadaki tüm ruh eşi dengesi bozuluyor; çünkü ruh eşini bulamayanlar, ruh eşini bulamayan başka insanlarla birlikte olup onların da ruh eşlerini bulmalarını engelliyorlar.

Karışık oldu ama bence buraya kadar anladınız.

O zaman devam edelim: Demek ki ruh eşlerimizi aramaktan vazgeçeceğiz çünkü nasılsa düzeni bozan bir çift milyonlarca çiftin yanlış insanla bir hayat geçirmesine neden oluyor.

Bir diğer alternatif de aslında ruh eşi kavramının aslında tamamıyla geçersiz bir kavram olması.
Bu konuda ise çok değerli arkadaşlarla yaptığımız bir konuşma sonucu her şeyi (ama her şeyi!) yanlış anladığımız sonucuna vardık.

'O' kavramını çok yanlış anlıyoruz. Kimse için 'O' diye biri yok, sen başka insanlarla birlikte yaratıyorsun 'o' kişiyi. Hatalara tahammül edebiliyorsun, kötü huylara göz yumuyorsun, birbirinin eksiklerini tamamlıyorsun ve iki kişi de mükemmellikten çok uzak olsa bile o herkesin hayalini kurduğu, "sadece filmlerde olan" mükemmel çifti oluşturuyorsun.

Düşününce zor değil.
Sanırım sadece sonuçsuz arayışlardaki seçicilik konusunda daha dikkatli davranmak lazım.

Simple Man (Lynyrd Skynyrd)


urban stargazing, originally uploaded by mehves.konuk.

18 Ekim 2009 Pazar

Martha (Tom Waits)

"Ah kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya"

Beyoğlu Yapı Kredi'nin camında yazıyordu.
Gülten Akın'mış sanırım..

Carry That Weight (The Beatles)

Sevgilisine çantasını taşıtan kız,
sevgilisinin çantasını taşımayı teklif eden erkek,
sevgilisi teklif etmese de çantasını taşıttıran kız,
çantayı taşımayı kabul eden erkek...

Belki kendi içinizde mükemmel bir çiftsiniz ama üzgünüm sizi sevmiyorum.

küçücük edit: şimdi diyceksiniz onlar seni çok seviyorlardı sanki.

16 Ekim 2009 Cuma

La Redécouverte (Yann Tiersen)


IMG_4095 Originally uploaded by ryansolimeo

Bir ara rüyamda hep böyle bir yerde olduğumu görüyordum.

Sonra aynı yer Mona Lisa Smile'da kocaman sanat eseri kutusunu açtıkları depo olarak karşıma çıktı.


(la redécouverte=yeniden keşfediş)

She's A Rainbow (The Rolling Stones)

Bugün aynı anda iki gökkuşağı birden gördük.

edit: http://danasu.blogspot.com/2009/10/gokkusaklar.html (GSB'nin sempatik şemsiyesi ve arkada gözüken iki gökkuşağı)


Geçen haftanın acısını çıkardım.



Married With Children (Oasis)

Bugün çok "bebeklere boğulmuş" bir gündü benim için.

Önce bayrak töreninde İngilizce öğretmenlerinden oluşan çiftin sevimli bebeğini gösterdiler.
Ve sonra ben çoktan bu bebeği unutmuşken annem bir iki ay içinde doğuracak olan kuzenimize bebek eşyası almak için beni Mothercare'e sürükledi.

Küçücük çoraplar, minnacık tişörtler, avcuma sığan ayakkabılar, iki parmağımı anca sokabildiğim ufak şapkalar arasında "Bir zamanlar ben de bunları giyiyordum"dan "Bundan 15 sene sonra bu alışverişi kendi çocuğum için yapıyor olacağım"a uzanan değişik düşünceler arasında gidip geldim. Babamın pazar günü kahvaltıya gelecek olan arkadaşının da 2 ve 4 yaşlarında iki çocuğu olması, haftaya sırf masmavi gözlü Deniz Ceren'i görebilmek için bize çook uzak olan Koç Üniversitesi'nin kampüsüne gidecek olmam gibi şeyler de üst üste gelince bu aralar gerçekten çocuklarla çok içli dışlı olduğumu fark ettim.


Bunu nereye bağlayabilirim ki?
Bağlayamam.


(Oasis'e önyargılı yaklaşan insanlar olduğunu, bazı şarkılarının fazla zorlama duyulduğunu ve sözlerinin çok uyduruk yazıldığını da biliyorum. Ama bu şarkı dünyanın en neşeli ayrılık şarkısı olarak ipod'umda yerini almış durumda.

I hate the way that even though you
Know you're wrong you say you're right
I hate the books you read and all your friends
Your music's shite it keeps me up all night

Sözlerine bakmasanız çok sevimli bir aşk şarkısı bile zannedebilirsiniz.
İroniyi seviyorum işte.)

15 Ekim 2009 Perşembe

14 Ekim 2009 Çarşamba

Moonlight Drive (The Doors)

VW Beetle ~ Red, originally uploaded by greshbin.

Hakkaten ama, beni evimden Ferrari'yle alan biriyle tekrar görüşeceğimi sanmıyorum.

Vosvos olur bak..

7 Ekim 2009 Çarşamba

Swallowed In The Sea (Coldplay)


Umarım bu fotoğrafı çeken arkadaşa blogu okuması için geçerli bir sebep sunabilmişimdir!

All That Matters (Mark Knopfler)

Arnavutköy'e inen ağaçlı yolda yürürken kafamda hep aynı şarkılar var. Aynı melodileri mırıldanıyorum ve aynı ufak patikada yürürken, ağaçların nasıl da değiştiklerine hayret ediyorum.

Çantamdaki kitaplarımın ağırlığını hissediyorum. Hafif yalpalayarak indiğim yokuş, merdivenleri biraz geçtikten sonraki su şırıltısı, etrafta öten kuşlar bir süreliğine nerede olduğumu unutturuyor işte. Halbuki ben o yolu defalarca kullanmıştım. Nerede ne göreceğimi ezberlemiş, duvardaki mozaikten marangozhanenin sapağına kadar her yeri öğrenmiştim. Ben ne de olsa aynı yolu defalarca kullanmıştım.

Bu sırada en basit gerçeği bile göremiyorum aslında. En sıradan, en klişe. En basit gerçek işte.

Aradan geçen yazın ardından, aradan geçen senelerin ardından o yolun aynı olmadığıyla yüzleşemiyorum. Değiştiğimi, eskisinden farklı olduğumu kabullenemiyorum.

Hava karanlıkken, soğukken, yağmurluyken, güneşli ve sıcakken, tam bir bahar havasıyken, rüzgarlıyken, tatilken, değilken çok indim ben o yokuştan. Ve anca bugün fark edebildim aslında her şeyin eskisinden çok farklı olarak değiştiğini. Neden, onu ben de bilmiyorum.

Ama insan hep öyle değil mi zaten? Birşeyler yapıyorsun, insanlara birşeyler söylüyorsun ve ne demek istediğinden kendin bile emin değilsin. Önce kendini anlasan, belki anlatması daha kolay olacak, ama sen onu bile yapamıyorsun.

Bir yerde çok acizsin aslında.
Değiştiğini bile fark edemiyorsun.

Bundan iki sene önce Arnavutköy'de seni bekleyen insan veya insanlara giderken düşündüklerinin, bugün kafanı kurcalayanlardan çok farklı olduğunu göremiyorsun. Bir türlü kurtulamadığın geçmişinden kurtulmaya çalışmıyorsun belki de.

Ve hiçbir zaman aynı olmayan sen, hiçbir zaman aynı olmayan o yokuştan inerken "Değişmişim" diyebiliyorsun sadece. "Değiştim" bile değil. Sanki her şey senin bilincin dışında gerçekleşmiş de sen en sonunda aynaya bakıp anlayabilmişsin gibi.


Arnavutköy'e inen ağaçlı yolda yürürken kafamda hep aynı şarkılar var. Aynı melodileri mırıldanıyorum ve aynı ufak patikada yürürken, ağaçların nasıl da değiştiklerine hayret ediyorum.
Kendime hayret ediyorum.

Melodiler aynı kalsa da, aslında şarkıların çok farklılaştıklarını da yeni yeni öğreniyorum.


6 Ekim 2009 Salı

La Noyée (Carla Bruni)


two women in the night, originally uploaded by Ali K..

Carla Bruni'yi sadece Sarkozy'nin karısı olarak bilenler için kaçırılmaz bir fırsat. Çok duru bir sesi ve gerçekten zarif şarkıları var.

6'da kalkıp yola koyulanlar için muhteşem sabah müzikleri.

Şu anda Paris'te olmak isterdim doğrusu.

Sur Le Fil (Yann Tiersen)

Gülümserdim

Karanlığı sevmem, ben olsaydım
akşamın bütün ışıklarını yakardım
odaya dışarıdan bakıyorum, bir kadın
hemen kalkacakmış gibi koltuğun ucunda
yandan eğilmişsin
yüzün yüzüne yakın, elin kadının omzunda
o ben miyim? nice eski ki unuttum
öyle diyor kadın başı önünde
"senden yoruldum"

belki diyemezdim ben olsaydım
küçük küçük gülümserdim belki
belki elini tutardım
oda çok karanlık, ben olsaydım
akşamın bütün ışıklarını yakardım

Gülten Akın


(sur le fil=ipin üzerinde)

4 Ekim 2009 Pazar

Hang On Little Tomato (Pink Martini)

İlk ayakkabılarıma, birinci sınıfta çizdiğim resme baktıktan sonra önümdeki trigonometri sorularını gördüm.


Böyle zamanlarda büyüdüğümü değil, aynı bedeni başka insanlarla paylaştığımı düşünüyorum.

Yellow Submarine (The Beatles)


Colours #4 - detergent bubble, originally uploaded by Lord V.

Sanırım her türlü fikir ayrılığına rağmen dünyada herkesin hemfikir olduğu bir şey var:
Banyo yaparken insanın aklına inanılmaz şeyler geliyor, olağanüstü bi beyin fırtınası ortamı yani.


Geçen gece 00:30 sularında yorgun gözlerle, artık kendini taşıyamayan bir vücutla banyoya girdim yatmadan önce. Ve nasıl olduysa, kollarımın arasında devasa bir sabun köpüğü oluştu. Ama öyle böyle değil.

Ellerinizi kendinizden 20 cm kadar ilerde birleştirdiğinizi ve arada kalan alanın tamamıyla bir sabun köpüğü olduğunu hayal edin.
İşte o büyüklükteki bir sabun köpüğünde ışığın nasıl kırıldığını izledim uzun bir süre.
Fosforlu pembeler, yeşillere karşıp sonra mavilerle birleşiyor ve araya giren bir su damlasıyla birden renkler tamamen karışıyor ve yeniden birleşmeye başlıyorlar. Bu sefer sarılar turunculara pembelere bulaşıyor, maviler kenardan kenardan yaklaşıyolar ve bütün bunlar, incecik bir sabun köpüğü içinde oluyor.

O anı fotoğraflamayı çok isterdim, ama böyle bi imkanım yoktu.
Ben de şansımı flickr'da denedim.
Birisi gerçekten fotoğrafı çekebilmeyi başarmış, ama gerçeğinin yanında hiçbir şey değil bu.

Fotoğrafta gördüğünüz renklerin binbeşyüz kat daha parlak olduğunu düşünün.
Hakkaten saykedelik bi olay.

3 Ekim 2009 Cumartesi

3 Times And You Lose (Travis)

Bugün baktım hafif hafif yağmur yağıyor, sevindim. Sonra da güneş açınca dedim kesin gökkuşağı çıkmıştır. Gökkuşağına bakmaya balkona çıkınca da hem gökkuşağı olmadığını, hem de bir çiftin arabayla köpeğe çarptıklarını ve köpeğin başında durduklarını gördüm.

Köpeğe pek bişey olmamıştı neyse ki.

Thinking Round Corners (Jethro Tull)

Kafamdaki düşünce baloncuklarından blog yapmak istediğimi ben de biliyordum, ama böyle gerçekleştiriceğimi düşünmemiştim.

Şimdi ne zaman aklımdan bişey geçse blogu açıyorum.

Bak az önce gene yapmışım bile.

Standing On My Own (Travis)


, originally uploaded by sandy☮.

Yalınayak olmak dünyanın en doğal, en güzel şeyi değil de ne?

2 Ekim 2009 Cuma

For No One (The Beatles)


"And in her eyes you see nothing
No sign of love behind the tears
Cried for no one
A love that should have lasted years"

Bu şarkının da kendi içinde bir hüznü var.
Adam için diil sadece, ama o kadın için de.
Bilmem, kimse kafa yormuyormuş,
kimse onu umursamıyormuş gibi.
Adamın kırgınlığına fazla takılıp kadını hiç görmüyormuş ve bütün suçu ona yüklüyormuşuz gibi.
Bilmem, sanki hüzünlü gibi.

Belki gerçekten ağlayamadığı için ağlamıyordur.

Hang Down Your Head (Tom Waits)

Daha fazla Richard Brautigan:


Sand is crystal
like the soul.
The wind blows
it away.


"Walter"
Part 11

Every night: just before he falls asleep
Walter coughs. Having never slept
in a room with another person, he thinks
that everybody coughs just before they fall
asleep. That's his world.



"The Last Surprise"
The last surprise is when you come
gradually to realize that nothing
surprises you any more.

Tea For Two (Pink Martini)

Hiç aydönümümüzü kutladığım bir sevgilim olmadı.
3 saniyeliğine, neden diye düşündüm.

Ve sonra saçma bişey olduğu için bunu zaten istemediğimi fark edip çayımı karıştırdım.



zorunluluğu hissettirilen edit!
aydönümünü kutlamak saçma bişey.
evet, maalesef öyle.
şimdiye kadar kutlamadım, kutlamam.
bu yazının mesajı buydu.

1 Ekim 2009 Perşembe

The Sound of Silence (Simon and Garfunkel)

Şimdi de alışkanlıklarla ilgili bi yazı yazmak zorundayım.

She's Got A Ticket To Ride (The Beatles)

Bir zamanlar ben de küçüktüm.
Aslında yaş olarak çok da küçük değildim, ama mental olarak küçüktüm.
Gerçekten.

Ve ben o zamanlar The Beatles'ı İngilizce dersindeki Yesterday'den bilirdim. Eminim ki hala birçok Bilfenlinin kafasında The Beatles'ın tüm diskografisinden sadece Yesterday var.

Ama önemli olan, Bilfen'de geçirdiğim son sene tanışıp hayatımı değiştiren o muhteşem insandı.
O bana Beatles'ı öğretti ve benimle You're Gonna Lose That Girl düetleri yaptı.
Ve o hangi bölümleri söylerdi biliyor musunuz?
Hani arkadaki vokaller varya, arada bir "Yes yes you're gonna lose that girl" diyenler?
İşte onları söylerdi bu muhteşem insan.
O zamanlar henüz muhteşem dost kategorisine yükselmemişti.

Sofi'nin Dünyası'nın yazarı Jostein Gaarder'in muhteşem bir kitabı vardır Portakal Kız diye.
İşte biz bu muhteşem insanla bunu okurduk. Sesli. Birbirimize.
Birimiz sandviçini kemirirken diğeri bu sert turuncu kapaklı kitabı elinde tutardı.
Masaya çıkıp ayaklarımı sallandırırken ve bir yandan da tonbalıklı sandviçimin mısırlarını yere düşmekten kurtarmaya çalışırken o bana Portakal Kız'ı okurdu.
O kitabı tekrar okusam aynı keyfi verir mi bilmiyorum doğrusu.

Yıllığına şöyle yazmışım:
"Gün gelecek, Bilfen koridorlarında kahve makineleri olacak. Gün gelecek, insanlar sana "hüsran" kelimesini kullanabildiğin için saygı duyacak. Gün gelecek, herkes Led Zeppelin'den, Queen'den, Beatles'tan haberdar olacak. İşte o gün senin yüzünde kocaman bir gülümseme olacak. Bugün istediğin birçok şey ileride eminim ki gerçekleşecek. Umudunu yitirme sakın! Hayatında başarılar..."

Bunları yıllığa yazarken Led Zeppelin'den, Queen'den ve Beatles'tan çok haberdar olduğumu düşünmeyin, onlar sadece birkaç addı benim için. Onun sayesinde anlam yükleyebildim ben o müziklere ve o kişilere.
Ve bunları yıllığa yazarken bir daha görüşeceğimize gerçekten inanmış mıydım, bilmiyorum. Ama o muhteşem insanın, muhteşem bir dost olacağını hayal edemediğimden eminim.

Şimdi ise, oturmuş onun hakkında birkaç bişey yazıyorum bloguma.

Belki bana bazen kızıyor olabilir.
Şimdi çok uzakta olduğu için ve ben ona her zaman vakit ayıramadığım için.
Ama ben de kendime kızıyorum.
Keşke zaman aşımına uğrayan uyku saatlerim ve ödevlerim olmasa.
Yine de o muhteşem dostun beni anladığından eminim.


Bu kadar lafkalabalığından sonra o muhteşem dostun bloguna ulaşmak için:


Daha yeni başladığı için mazur görün onu, bence devamı çok güzel gelecek.