28 Aralık 2009 Pazartesi

Wish You Were Here (Pink Floyd)

"Then Toddie came in to watch his Saturday-morning cartoons. As soon as he sat down, he farted. Toddie can be amazing. Judging from the sound alone, you might have thought there was a horse in the room.
Or an elephant.

Usually he says "Scooze me", but today he was all wrapped in Daffy Duck. I shifted to the other end of the bed and didn't think much about it, until he farted again. Then again. Suddenly, as the invisible clouds drifted my way, I had a horrifying thought:

It's seeping into my clothes!
I could become a walking fart!"


Doğumgünün kutlu olsun Fermi.

26 Aralık 2009 Cumartesi

Parachutes (Coldplay)

Herkese biri lazım ki bir yerlerde kaybolduğun zaman seni sarssın ve normal haline geri döndürsün.
Çünkü fark etmek lazım.
Ve bazen sadece dile getirmek lazım.
Çünkü kafandakileri sözcüklere döktüğünde anlam kazanma yada yitirme ihtimalleri çok yüksek.
Ve tam da bunu yaparken, herkese biri lazım.

Telling Stories (Tracy Chapman)

Arzular başka sey,
Hatıralar başka.
Güneşi görmeyen şehirde,
Söyle, nasıl yaşanır?

Orhan Veli


Ve kutuları karıştırırken içinden fotoğraflar, peçetenin üstüne yazılmış şiirler çıkar.

24 Aralık 2009 Perşembe

Splendor in the Grass (Pink Martini)

"Şu şarkı da ne güzeldir" cümlesini kurduğunda sana kocaman gülümseyerek onay verecek insanlara sahip olmak çok güzel bence.
Ya da hani bir şarkıyı sevmişsindir ve öyle bir yeri vardır ki, her seferinde o sözleri duyduğunda kendini iyi hissedersin.

Özdemir Asaf "bir kişi gelmeyecek" dediğinde, belki de bizi ufak parçalarla tamamlayan başka insanları görmemiz gerektiğini kast etmiştir. Bir bütün olmak değil de, ortaklıklara sahip olmak mesela.

Bilmem ki.

life's been moving oh so fast
i think we should take it slow
rest our heads upon the grass
and listen to it grow

23 Aralık 2009 Çarşamba

Your Time Is Gonna Come (Led Zeppelin)

Babamın çalışma odasındayım, çünkü bilgisayarım bozuk.
Ve burdaki saatin tiktakları o kadar YÜKSEK SESLİ ki.
Hani "zamanın insanı kovalaması" klişesi vardır ya, hissedebiliyorsun aynen.
Sanki topuklu ayakkabılarıyla biri mermer salonda ileri geri yürüyor, ama her seferinde aynı ritmde, aynı ayaklarına eşit basınçlar vererek ilerliyormuş gibi.

çıldırırsam saatler yüzünden olucak.

Octopus's Garden (The Beatles)

1960ların 1970lerin İngiliz hükümeti açık denizlerde yayın yapan korsan radyolara karşı uzun zaman mücadele vermiş. Yasalar çıkarılmış, 60 yıllık bakımsız gemilerde rock yayını yapmaya çalışan insanlar kanun kaçağı ilan edilmiş, açık denizin ortasında bir sürü radyo fırtınaya yakalanıp daha fazla dayanamamış.
Korsan radyo olarak çalışan Mi Amigo adlı gemi de 1980'de bir fırtına yüzünden Kuzey Denizi'nde batmış.
Üstünden 5 yıl gibi bir süre geçtikten sonra gemiyi sudan çıkarmışlar.

Ama hala Kuzey Denizi'nin dibinde, sessizlikte bir yerlerde 1960ların en muhteşem plaklarını barındıran bir koleksiyon var.
Yosunların arasında bir Hendrix mesela.

Masalsı.

21 Aralık 2009 Pazartesi

Because (The Beatles)

a ticket to ride

Change (Tracy Chapman)

Kimse birbirini değiştirmeye çalışmasın ve dünya çok güzel bir yer olsun.
Katlanamadığımız insanlar katlanamadığımız insanlar olarak kalsınlar ve biz sadece sevdiklerimizle ilgilenelim.
Kimse birbirini değiştirmeye çalışmasın, değişmesi gerekenler bir şekilde farkına varırlar zaten.

Would you change?

Stay Out Of Trouble (Kings of Convenience)

Yine kahverengi polar battaniyemin altında ayaklarımın kıpırdadığını hissediyorum, kedim usul usul nefes alıp veriyor, haftalar sonra tamamını okuduğum ve huzurla katladığım Uykusuz bana bakıyor ve ben ailesinin zoruyla okula gönderilmeyen bir kız çocuğu olarak bugünü evde geçiriyorum.
Günün geri kalanında kitap okumak, bitki çayı içmek, tobleron yemek ve film izlemek gibi planlarım var.

Bu sıralar evde geçirdiğim hayatımın bile bir monotonluğu var, fark etmedim değil.

Herkes mi huzur arar hayatında.

20 Aralık 2009 Pazar

The Times They Are a-Changin' (Bob Dylan)

BÜTÜN pazar gününü evde geçirmek.
Kocaman kazak, sıcacık çorap, uykucu kedi, Simon and Garfunkel, çay, turta, güzel bir banyo, Bob Dylan, anneyle sohbet etmece, babaya kocaman sarılmaca.

Pazartesi bi kere de gelmesin be.
dimi dontcopy?

Alice (Tom Waits)

Neyi fark ettim,
ben Alice in Wonderland'ı o kadar yarım yamalak biliyormuşum ki.
Ne zaman okudum hatırlayamadım.
Sonra durdum düşündüm,
acaba okudum mu ki
bile dedim.

Ama hatırladığım şeyler var.
Demek ki okudum.
Ama ne zaman?

Hafızayı çok ciddi tazelemek lazım.
Yarın kütüphaneye bir ziyaret düzenliyorum.

Old Friends (Simon and Garfunkel)

Babam inanılmaz kitap düşkünü bir insandır mesela. Evin her tarafında kütüphane vardır, yerden tavana, her sene acaba bu sefer evin hangi köşesine kitaplık konulsun diye tartışılır. Kitap ne güzel şey ama. Hakkaten. Şimdi böyle uyduruk e-book'larla falan geliyorlar, çok kızıyorum.
Kitap ya.
Kitap yani.
Kitaplık zaten bir evi güzel kılan şeylerden biri bence. Kitaplıksız eve gidince boş geliyor, eksik geliyor.
Çok güzel kitaplıklı evler de var mesela. Sıcacık oluyor onlar böyle. Önü koltuklu kitaplıklar falan.
Mesela Naz'ın çok güzel bi kitaplığı var. Salyangoz gibi.
Sonra mesela okulun çok şahane bir kütüphanesi var.
Öyle böyle değil ama.
Düşün yani, okulun en sevdiğim yerlerinden biri kütüphanenin üst katı. O derece.


Bir de artık başucu kitaplarımın sayısı o kadar arttı ki.
(Evet burda benim maymun iştahlılığımı da öğrenmiş oldunuz. Bu sıralar kitaplara başlayıp bitirememe sorunu yaşıyorum.)

Old friends, old friends sat on their parkbench like bookends.
Kitap ayraçları, destekleri, hepsi de ne güzeldir dimi ama.

18 Aralık 2009 Cuma

Love Will Tear Us Apart (Joy Division)

Son güne kalan işler ya çok güzel olur ya yarımyamalak yapılır.
İçimden bir ses bu sefer yarımyamalak olucak diyor.
Hadi bakalım.

Bi de bilgisayarın usb girişini öyle bir yamulttum ki.
Müziğimi ordan burdan toplama sağlıyorum.
Ama mesela şimdi dizzler.com diye çok dandik gözüküp güzel olan bir sitedeyim, The Smiths dinliyorum.
Simon and Garfunkel koydum bi de playlistime.
Böyle işte.

Bu arada sınıfta Macbeth için kendi kendine tiratlar çalışan insanlardan birinin kafasından söz yazması, sonra bunun Love Will Tear Us Apart'a çok benzemesi, benim şarkıyı söylemeye başlamam ve Macbeth'ten Joy Division'a gelmiş olmamız baya ilginçti bence.
Ama tabii siz orda değildiniz, şimdi bu dediklerimden pek de etkilenmediniz.
Olabilir neden olmasın.

dibebirnot: başlıkta bulunan hem gerçek anlamlara (şarkıya gönderme yaptım, fazla derin bişey aramayın bence. hayır niye uyarıyorum, aydönümü mevzusunda da aynısı oldu o yüzden) hem de metaforik anlamlara (ingilizce dersi sağolsun. mesela burda usb girişimin bozulmasını bile bağlayabilirim ben love will tear us apart'a) dikkatinizi çekerim.

16 Aralık 2009 Çarşamba

Hey Jude (The Beatles)

Biri gelse,
bana Hey Jude söylese,
ben de bir köşeye kıvrılsam,
uyusam.

dedikten sonra Hey Jude'u söylemeye başlayıp bana sarılan insan,
seni çok seviyorum.

Hem de bunu coğrafya dersinde yaptın ya.

Strange Uncles From Abroad (Gogol Bordello)

Geçen cumartesi hepsininadıaynıolanarkadaşgrubuyla (siz kendinizi biliyorsunuz. yanılmıyorsam başkaları da biliyor) buluştuk. Islandığım ve çok aç olduğum cumartesi bu işte.
Neyse, girdim içeri, oturdum masaya.
Şöyle bi baktım, çünkü iki kişi olmalarını bekliyodum, gerçi üçüncü kişiyi de tanıyodum, ama biri daha var. Eh peki madem dedim oturdum.
Tanışma faslı falan filan.
Sonra konuşmanın daha otuzuncu saniyesinde nasıl olduysa yurtdışında okumak yada Türkiye'de kalmak mevzusu açıldı.
"Türkiye'de niye kalıyosun abi. Mis gibi yurtdışına git işte. Bak mesela ben Amerikaya gidicem bu yaz, gayet spontane. Napıcağımı bile bilmiyorum hiçbişeyimi planlamadım. İçicem müzik yapıcam içicem müzik yapıcam içicem ve böyle işte."
Tam bu noktada konuşmayı karşı taraf ingilizceye çevirdi.
Niye?
Asla anlayamadım.
"Blablabla fucking blablabla fucking blablabla see i talk fucking fast."
Good job buddy, demek istiyodum, diyemedim, devam etti.
"Blablabla americans think i'm from the states but i say no dude i'm not from the fucking states why do you think i'm a fucking american? but they say you talk like a fucking american but you have an accent and i say no, i don't have a fucking accent blablabla"
Bu konuşmayı uzun uzun devam ettirdi ve her seferinde gramer hatalarıyla dolu cümlelerinin içinde yuttuğu sözcükler ve özellikle vurguladığı "fucking"lerle kendini bir Tarantino filminde zannediyordu sanırım.
Ne fena.
İnsanların kendini bilmemesi ÇOK FENA.

Bi de yani, nerdesin ki sen? Kadıköy'de dersaneden çıkmışsın, sen de herkes gibi test çözmüşsün, derste sıkılmışsın, bir yere oturmuşsun, bir kız gelmiş, ilk defa tanışıyorsunuz falan. Ne yani bu? İngilizce konuştun da noldu? Hızlı konuştun da noldu? Karşıdaki hiçbişey anlamayınca sevindin mi noldu?
Böylelerini gerçekten anlamakta zorlanıyorum.


Daha kötüsü,
he did have an accent
and it was russian.

O benim sınırlarımı zorlayana kadar dayandım ve dark side'a geçtim işte.
Bana güldü ve "no lady. i don't have a fuckin accent. i don't have a russian accent" dedi.

Asla öğrenemeyeceksin dostum.
Ve umarım bunu okursun.
Gerçekten istiyorum bunu.

15 Aralık 2009 Salı

Living In The Past (Jethro Tull)

Öğle yemeğinde üçüncü sınıftaki kahvaltılarımızdan, her cuma çokçokkötü döner veren okul yemekhanemizden bahsediyorduk.
Sonra aklımıza meyve suları geldi.
Neydi o diye düşünürken 4 kişi aynı anda "Capri Sun!!" diye bağırdık.

Yemekhanedeydik ve tavuğunu yiyen çocuğun bize çok garip baktığına yemin edebilirim.


Ama yani.
Capri Sun!
Çok sıktım dimi çocukluk muhabbetlerimle.

14 Aralık 2009 Pazartesi

Hair (The Cowsills)

Birisiyle uzun zamandır görüşemediğimi veya yüzyüze konuşamadığımı saçlarından anlıyorum.
Vay be ne kadar uzamış saçları diyosan, o insanla ayaküstü bile olsa sohbet etmenin zamanı gelmiş demektir.

Hair müzikalini izleyesim var yine.
Birilerine açık mektup, bi ara Hair günü mü yapsak acaba?

12 Aralık 2009 Cumartesi

After Midnight (Eric Clapton)

Şimdi üçüncü sınıfta falan olsak "yeni yıldan beklentileriniz" konulu kompozisyon isterlerdi, ben de "Yeni Yıldan Beklentilerim" başlıklı bir kompozisyon yazardım.
O açıdan küçükken baya kötüydük bence.

Ha şimdi napıyosun derseniz, mevcut şarkıların kitapların şiirlerin başlıklarını kullanıyorum.
Baya yaratıcı.

Simyacı hakkında gerçektentırnakiçinde "Yüreğinin Götürdüğü Yere Git" diye bir yazı yazdım mesela. Hani yazıyı yazsam bile başlık bulamıyorum ki ben. Sen git bin küsür kelime yaz, sonra üç kelime için başkalarının yaptıklarını çal. Olcak iş diil.
Çok beceriksizim işte o konuda.

Aslında yeni yıldan beklentilerle ilgili bir iki birşey söylemek istemiştim ama kendi lafımı kendi ağzıma tıktım. Ne diyordum..

Yeni yıldan beklentiler falan filan.
Gazeteye yazmışlar bi de kocaman kocaman "2010'a 20 gün var!"
Ne değişicek ki 2010 olunca? Milenyumu 10 yıl atlatmış olucaz, 2012'de sözde kıyamete biraz daha yaklaşıcaz, her yere tarihi Ocak 2009 şeklinde yazıp kendi içimizde, kağıt üzerinde ufak zaman yolculuklarına çıkıcaz ve bir silgi hareketiyle günümüze geri dönücez.
Nolucak ki yani?

Kötü olan her şey kötü,
iyi olan her şey iyi kalıcak.

Yada tam tersi.

Songbird (Oasis)


"THAT SONG WAS NOT WRITTEN ABOUT YOU."

Neden bu kadar doğru olmak zorunda ki?!

Only Happy When It Rains (Garbage)

İki gündür şemsiyesizliğimden (yada rüzgarın beni şemsiyesiz bırakmasından) sırılsıklam oluyorum.

Cuma günkü odyssey'imizde ıslandık, taksicilere küfrettik, ıslandık, rüzgarda dönen şemsiyemizi kurtarmaya çalıştık, ıslandık, yürüdük, ıslandık, arabaların sıçrattığı sularda yıkandık ve ıslandık.

Hey siz! Yağmurda araba kullanan dikkatsiz sürücüler, size sesleniyorum. Kaldırım yakınında genelde su birikintileri oluyor, siz de son sürat onların içine doğru dalınca kaldırımdaki yayalara su sıçrıyor. Şey, pek zor değildi aslında düşünebilmesi.
Ama şu son iki gündür kulağımın içine kadar su girmesine neden oldunuz.
İçten teşekkürlerimi sunuyorum.

Bugün yine ıslatıldım ve ıslandım.
Ve büfelerin kepenklerinden aşağı düşen damlacıklar sev mi yo rum.

Yağmur güzeldir, ama "inşaat halindeki İstanbul"da hiç zevkli değil.
Kadıköy'de gene sökmüşler bütün kaldırımları, her tarafım çamur oldu. Sanki ıslak olmak yetmiyomuş gibi bi de.

Olsun ama, yağmur ve yağmurda eriyen uyduruk kese kağıdından kestane yemek de güzel.
Şemsiyeyle birlikte uçacakmış hissine kapılmak da.
Saçlarından sular damlarken arkadaşlarına sarılmak da.
Güzel işte hepsi.

9 Aralık 2009 Çarşamba

Walk With Me (Absynthe Minded)

Eskiden babamın omzundan inmezdim. Koşuyolu Parkı'nın devasa ağaçları vardı, kovuklarına otururdum. Babam beni ne zaman omzuna alsa ayağım kaşınırdı, o da indirirdi beni. Ama ben hep onun omzunda gezerdim. Yada elini tutardım. Ufacık parkı baştan sona dolaşırdık. Süpürgelerin durduğu bir de kulübe vardı orda. Camları tozlu, ahşap kaplı. Neler düşünürdüm o kulübeyle ilgili. İçinde kimler yaşıyordu kim bilir.

Ben hep babamın omzunda gezerdim ve hep ayağım kaşınırdı.

8 Aralık 2009 Salı

Working Class Hero (John Lennon)

Hayat ne kadar tuhaf ve acıklıdır ki ben bütün günümü bugün günlerden ne sorusunu düşünmeden geçirdim. Belki bir iki yere 8 Aralık 2009 diye karalamışımdır, aslında bana ifade etmesi gereken şeyleri anımsamayarak.

"Beatles'ın en sevdiği şarkısı ne diye sorunca Hey Jude diyen insan gerçek Beatles-sever değildir" diye tartıştık bugün. Sonra Norwegian Wood'un aslında ne kadar güzel bir şarkı olduğundan bahsettik. Sonra nedendir bilmem, geçen sene derste dinlediğimiz Imagine geldi aklıma.

Ve ben yine hatırlamadım, bundan 29 yıl önce John Lennon'ın, elinde tamamıyla yanlış anladığı Catcher in the Rye'ı gezdiren bir katil tarafından öldürüldüğünü.



Ve ben hayatını, müziğini, gitarından çıkan her notayı dünyanın geri kalanıyla paylaştığı için, yuvarlak çerçevelerin ardındaki gözlerine bakıp bu adama teşekkür etmek isterdim.

6 Aralık 2009 Pazar

Get Lucky (Mark Knopfler)

En gurur duyduğum, beni en mutlu eden alışverişim 50 kuruşa aldığım kitaplardır.

İngilizce bölümü elindeki fazla kitaplardan kurtulmak isteyince okulda satış yaptı. Acaba ne kadar para topladılar diye merak etmedim değil, baya güzel kitaplar vardı çünkü orda. Ve hepsi 50 kuruştu. dontcopymystyle'nın 1 liralık Capote kitabı gibi, ben de bir sürü güzel kitap buldum orda. Henüz okuma fırsatı bulamadığım da çok ya neyse. Mesela Into The Wild var aldığım, Kafka'nın hikayeleri var, Macbeth var, All Quiet on the Western Front var..

50 kuruş dediğin ne ki dimi.


dibebirnot: Get Lucky de Mark Knopfler'ın son albümünden.

5 Aralık 2009 Cumartesi

Eight Days A Week (The Beatles)

İstanbul'da da var bunlardan.
Kim akıl ettiyse, bence çok mükemmel bir insan o.

O diil de, Norah Jones, Pink Martini ve Mark Knopfler'ın son albümlerini aynı anda almak nasıl güzel bir histir.
Haftasonunun soundtrack'i belli oldu.

4 Aralık 2009 Cuma

Across the Universe (The Beatles)

Beni kimse, hiçbir zaman tam anlamıycak.
Ve benim baktığımda, durduğumda, sustuğumda yada en basiti bile olsa herhangi bir kelimeyi söylediğimde beni anlayacak birine ihtiyacım var. Sen çok uzaktasın.
Sahi nerdesin?
Bilmemkaç saat uzakta bir yerlerde ve saat farkının "canı cehenneme".

Nothing's gonna change my world derken, bunun nasıl büyük bir yalan olduğunu fark ediyorum işte.
Birden bire.
Her şeyin değiştiğini görmekte ve buna inanmakta hep zorlanıyorum ama işte oldu bile.

Dün akşam odamın karanlığında ağladım.
Çünkü beni her şeyiyle bir tek sen anlıyorsun ve bazen çok ulaşılmazsın.

Seni öyle özledim ki.

2 Aralık 2009 Çarşamba

Copy In Black And White (Absynthe Minded)

Şimdi bazıları buna "entel görünme arzusu" olarak bakabilir, ama en sevdiğiniz kitabı çanta olarak hep yanınızda taşıdığınızı düşünsenize...
Çok güzel be.

You can't judge a book by its cover.

Look Into The Sun (Jethro Tull)


Saturday Morning, originally uploaded by Boy_Wonder.

Hep özenmişimdir önünde oturma yeri olan kocaman pencerelere.

Through The Roof 'n' Underground (Gogol Bordello)

Şu anda yapmak istediğim tek şey, kareli kahverengi battaniyeme sarılarak koltukta büzüşmek, biraz bitki çayı, biraz çikolata ve öylesine bir film izlemek.
Aslında gönlümden geçen 500 Days of Summer. Ah keşke olsa da izleseydim.

Ama babamla yaptığımız ufak çaplı film arşivinde kendime uygun film bulamadım sanırım.
Kubrick havamda değilim, Kurosawa falan hele hiç izleyemem.

Aslında Eternal Sunshine of The Spotless Mind'ı yada Little Miss Sunshine'ı bir kere daha izlemek istiyorum. Yada Everything is Illuminated. Yada Juno. Yada Wristcutters.
Şu an tam olarak bunları izlemek istiyorum.

Sanırım Wristcutters'da karar kılıcam.


And so you learn the only way to go is through the roof

1 Aralık 2009 Salı

Thinking About You (Norah Jones)

Eve dönerken yokuştan iniyorum. Her yer kuru yaprak dolu. Bazıları ezilmiş, bazıları buruk bir şekilde kenarlarını kıvırmış. Kocaman çınar yaprakları da var aralarında, ufacık çiçeklerden kopanlar da.
Ve bunların hepsi, yolun kenarındaki su oluğunda, kendi solgun hayatlarına yaşıyorlar. Tabii buna hayat denirse.

Peki zalim ben ne yaptım?
Sırf hışırtısını çok sevdiğim için bütün bu kuru yaprakların üstüne üstüne gittim. Yolumu değiştirdim, zikzaklar çizdim. Köpeğini gezdiren adam bana kötü kötü baktı. Göz göze geldik. Ben kafamı eğdim, munzur bir çocuk edasıyla dudağımı ısırdım, gülümsedim.

Ben bugün eve dönüşte kuru yapraklara basa basa gittim.


"Yesterday I saw the sun shinin',
And the leaves were fallin' down softly,
My cold hands needed a warm, warm touch,
And I was thinkin' about you."